7. TÜRKİYE GİTAR BULUŞMASI / 4-7 Temmuz 2013


7. TÜRKİYE GİTAR BULUŞMASI / 4-7 Temmuz 2013/ BİLKENT ÜNİVERSİTESİ Kontak:
korad@bilkent.edu.tr *(Lütfen her türlü iletişim ve soru için bu kontağı kullanın)
Konserler:
. KONÇERTOLAR: Rodrigo-“Aranjuez”, Brouwer- “Elegiaco” ve “Doule” ,
Bilkent Senfoni Orkestrası, Solistler: Costas Cotsiolis, Celil Refik Kaya, Bahar Türker
. RESİTALLER:     Ozan Sarıtepe, Cem Çelik Sırt, Ozan Coşkun, Bestecilik Atölyesi, Türk Gitar Eserleri, “Old Stars-Eski Tüfekler”-Bekir Küçükay, Ahmet Kanneci, Erdem Sökmen, Kürşad Terci, Kağan Korad, İstanbul Gitar Üçlüsü (Cem Küçümen, Sadi Ensari, Önder Arık), Melih Güzel, Soner Egesel, Safa Yeprem” Ustalık Dersleri:
. Costas Cotsiolis              Konuk Gitarist 
. Doğan Cangal (Viyolonsel), J.S.Bach.   Farklı Enstrüman, Ortak Repertuar       
. Muhammedjan Turdiev (Keman), J.S.Bach
. Elnara Azizova (Piyano), I. Albeniz        Piyanodan Gitara ,
. Sanem Egesel (Piyano), D. Scarlatti

Seminer, Söyleşi, Gitar Fuarı ve buluşmaları…


4 dakikada Müzik Tarihine Bakış !

4 dakikada Müzik Tarihine Bakış 

!

AKIL İLE ZEKA ARASINDAKİ FARK NEDİR?



Kullanmıyorsan ye :)
Akıl yalanla gerçeği, doğru ile yanlışı ayırabilme, bir konuda düşünce yürütebilme ve görüş bildirme yeteneğidir. İnsan olgunlaştıkça aklı gelişir. Zeka ise bir olayı önce anlama, ilişkileri kavrama, yargılama ve açıklayarak çözme yeteneğidir. Genel olarak 12 yaşına kadar gelişir, 20 yaşına kadar sürer sonra sabit kalır. Zeka bir insanın her türlü olay karşısında aynı yeteneği gösterebileceği anlamına gelmez. Bir besteci müzik yapıtını aklıyla değil zekasıyla yaratır.
Fakat en basit matematik problemini çözemeyebilir. Sonuç olarak zeka, ruhsal olaylara, algı ve hafıza yeteneğine, tutkulara, eğilimlere göre farlılıklar gösterir. Akıl somut olarak ölçülemez, zeka IQ denilen testle ölçülebilir.

Haftada 1 saatle Müzik Diploması?


Sevdiğiniz bir enstrümanı öğrenirken aynı zamanda tüm dünyada geçerli olan bir "Müzik eğitimcisi" diploması almak istemez misiniz ? Hem de haftada sadece 1 saatinizi ayırarak...  
Ayrıntılı bilgi için..(0232)375 44 42



LONDON COLLEGE OF MUSİC, yüzyılı aşkın bir süredir İngiltere’de ve aralarında ABD ve Kanada’nında bulunduğu birçok ülkede Müzik,Tiyatro ve İletişim dallarında sınavlar düzenlemektedir. İzmir sınavları ise mayıs ayının son haftasında, okulumuzda yapılmaktadır.

Diğer sınav sistemlerinden farkı, bir üniversite bünyesinde yürütülen tek sınav sistemi olmasıdır. Ayrıca bazı branşlarda geçilmesi zorunlu olan TEORİ 5, son yıla kadar verilebilmektedir.

London College of Music sınavlarına, her türlü müzik okulu ve konservatuar öğrencileri ile özel öğretmenlerden ders alan herkes katılabilir.

London Collage of Music’ in Müzik Lisesi ( High School ) 8 aşamadır.

Lise düzeyinde öğrenci, seviyesine göre istediği dereceden başlayabilir. Öğrencinin gireceği seviyeyi öğretmen belirler. 8. seviyeyi bitiren öğrenci tüm dünyada müzik lisesi mezunu sayılır.

Üniversite düzeyinde Ön Lisans – Lisans - Yüksek Lisans diploma sınavları vardır.
GRADE
• Pre preparatory, Step 1, Step 2 ( Ön Hazırlık )
• Grade 1, Grade 2, Grade 3 ( Alt Düzey )
• Grade 4, Grade 5 ( Orta Düzey )
• Grade 6, Grade 7, Grade 8 ( Üst Düzey )
Bazı sınav bölümlerinin seviyelerini geçmek için 5. teori sınavını vermek gerekir.
( 5.teori sınavı 8.grade derecesinden mezun olmak için zorunludur.)
SINAV BÖLÜMLERİ
• PİYANO
• KLASİK GİTAR
• BAS GİTAR / ELEKTRO GİTA
• YAYLI ÇALGILAR / KEMAN – VİYOLA – VİYOLONSEL
• TAHTA ÜFLEMELİ ÇALGILAR / FLÜT – OBUA – KLARİNET – SAKSAFON
• BAKIR ÜFLEMELİ ÇALGILAR / TROMPET- TROMBON – TUBA
• VURMALI SAZLAR / BATERİ
• ŞAN
• ARP
• MÜZİK TEORİSİ
• KOMPOZİSYON
DİPLOMA
• ALCM - Associate / Önlisans
• LLCM - Licentiate / Lisans
• FLCM - Fellowship / Yüksek Lisans
Bu seviyeler için Performans, Bestecilik ve Öğretmenlik sınav seçenekleri vardır.

ROCK-A 2013 KALİTELİ FESTİVAL BUDUR ...




Rock-A Festivali, ırkçılık, milliyetçilik, faşizm, cinsiyetçilik, homofobi, transfobi, türcülük karşıtı ve anti-hiyerarşik, anti-otoriter, ekolojist bir festivaldir.

Rock-A, bizim yaratmadığımız ama bize dayatılan bu özgürlük ve eşitlikten yoksun dünyaya karşı alternatifler arayan insanların buluştuğu ve her aşaması gönüllülük ilkesiyle organize edilen bir festivaldir.


Dayanışmanın Festivali

Rock-A, birçok yerinde iktidar ve para savaşlarının devam ettiği, doğanın bir hammadde deposu gibi kullanılarak tüketildiği, bir yandan tüketimin pompalandığı bir yandan da enerji ihtiyacı yalanlarıyla nükleer santrallerin dikildiği ve gelir dağılımındaki uçurumun, milyonlarca insanı göçe zorladığı bir dünyada yaşadığımızın gayet farkında olan bir festivaldir. İşte bu yüzden Rock-A, tüm bunlara karşı çıkan ve özgür-eşit bir dünya hayalini paylaşan herkes için coşkulu bir beraberlik ve dayanışma adımlarını atabileceğimiz bir özgürlük alanıdır.


Alternatif Yaşamın Demo’su

Tüm bunlarla birlikte, elbette ki, yalnızca karşı çıkma ile ilgili değiliz. Çünkü hayata dokunamayan, paylaşılamayan ve amacı sadece ‘karşı çıkmak’ olarak kalan bir beraberlik iyi niyetli bir temenniden öte bir şey değildir.

Bu nedenle Rock-A yalnızca bir festival olmanın ötesinde, mücadeleye, eğlenmeye, dayanışmaya ve hayata dair her türlü bilgimizi, deneyimlerimizi, duygularımızı, inancımızı paylaşabileceğimiz ve hayalini kurduğumuz hayatı örnekleyebileceğimiz bir paylaşım alanıdır.

Tabi ki, böyle bir festival ancak gönüllü olanların emeğiyle var olabilir. Bu nedenle bütün Rock-A gönüllüleri festivalin düzenleyicisidir.

Öte yandan, gerek festival öncesi gerekse festival sırasında faaliyet yürüten gönüllü birimleri, beraber alınan kararlarla oluşturulan anti-hiyerarşik birimlerdir. Zaten aksi durumda Rock-A ‘Alternatif yaşamın demo’su’ olamazdı.

Rock-A 7 Yaşında!

Her yıl yeniden, çadırlarımızı, uyku tulumlarımızı ve bütün iyi dileklerimizi yanımıza alıp Rock-A’da; paylaşmanın, dayanışmanın, eğlenmenin ve ayrıca yeni bir dünyayı düşleyebilmenin festivalinde buluşmak dileğiyle! Çünkü Rock-A Gönüllüleri olarak biz yalnızca bir festival düzenlemiyoruz; yüreğimizde yeni bir dünya taşıyoruz. Ve şimdi, şu anda bu dünya büyümekte!
http://rock-a.org/


Rock-A Festivali / 26 – 27 – 28 Temmuz / 2013 – İzmir

Rock-A Gönüllüleri olarak 7. kez festival hazırlıklarına başlıyoruz. Festival öncesi ve esnasında faaliyet yürütecek çalışma gruplarında yer almak isteyen herkesin hazırlık toplantılarına katılımını bekleriz.

Müzisyen katılım formu Mayıs 2013′de burada…

Not: Festival alanı hakkındaki bilgilere önümüzdeki günlerde siteden ulaşabilirsiniz.


Zekayı Dehaya Dönüştüren 7 Yöntem



 Dr. J. Steven Poceta zekayı parlatacak, onu son hız koşturacak 7 pratik yöntemden bahsediyor. İşte zekayı dehaya dönüştüren 7 yöntem!

1. Perifer Vizyonu Geliştirin: Gözlerinizi hareket ettirmeden çevredeki nesneleri görebilmeye

2. Uykunuzu İyi Alın: Gece uykunuzu iyi alın. Uyuma güçlüğü çekiyorsanız yatak odanızın sessiz ve karanlık olmasına özen gösterin. İyi uyumak için rahatlama tekniklerini öğrenin, geç vakitte kafein almayın. Bilimsel araştırmalara göre uyku sırasında öğrenme ve hafızaya alma faaliyeti hızlanır. Çalışmalarda, yeterli süre uyuyamayan kişilerin gün içinde yeni bilgileri öğrenmede zorluk çektiği gözlenmiştir. Ayrıca, yeni bir şeyler öğrendikten sonra alınan uyku da bilgilerin uzun süreli hafızaya aktarılmasını hızlandırıyormuş.

3. Egzersiz Yapın: Bisiklet kullanın, yüzün, yürüyüş yapın... Böyle fiziksel aktiviteler beyin sağlığı için önemlidir. Fırsat buldukça bedeninizi eğitecek faaliyetlerde bulunun. Sebep: Son araştırmalara göre egzersizin, beyinde hafıza ve bilgi depolamadan sorumlu merkez olan hipokampüs üzerinde pozitif etkileri var. Ayrıca, düzenli egzersizin de Alzheimer başlangıcını geciktirdiği belirtiliyor.
4. Arnavut Kaldırımında Yürüyüş Yapın: Hâlâ kaldıysa, Arnavut kaldırımında yürüyüş yapın. Olmazsa benzer taşlı ve engebeli yollarda yürüyün. Düz olmayan engebeli yüzeylerde yürümek, iç kulakta bulunan ve dengeden sorumlu vestibül sistemi geliştiriyor.
5. Plastik Topla Egzersiz Yapın: Topu havaya atıp yakalayın. Eğer bunda iyiyseniz, ufak oyunlar da yapabilirsiniz. Duyulara hitap eden bu tür aktiviteler beynin görsel, dokunsal, elgöz koordinasyonu merkezlerini güçlendirir.
6. Bir Müzik Aleti Çalın: El göz koordinasyonunu geliştirmek için bir müzik aleti çalın. Müzik aleti çalmak; duymak-dinlemek, hassas el hareketlerinin kontrolü ve yazılı notaları (görsel) müziğe (hareket ve ses) çevirmek gibi farklı beyin fonksiyonları arasında bağlantı kurulmasına yardımcı olur.
7. Diğer Elinizi Kullanın: Eğer sağ elinizi kullanıyorsanız sol elinizi, sol elinizi kullanıyorsanız sağ elinizi kullanmak üzere aktiviteler yapın. Mesela dişinizi diğer elinizle fırçalayın, bu konuda oldukça iyi olana kadar devam edin. Daha sonra diğer elinizle yeme egzersizi yapabilirsiniz. Bu alıştırma daha önce yaptığınız bir aktiviteyi, yeni ve daha çok çaba isteyen bir öğrenme konteksinde başarmanızı sağlayacaktır. Bu, diğer beyin tabunuzun daha da aktifleşmesini sağlar. Siz yeni maharetler edinince milyonlarca nöron arasında yeni bağlar kurulur.
Hazırlayan: Özlem Kocukeli Genç Bilişim Dergisi'nin Mayıs-Haziran 2011 69'ncu sayısından alıntılanmıştır.

Müziğe kelepçe; Fazıl Say’a 10 ay hapis cezası




Piyanist ve besteci Fazıl Say, ”halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağıladığı” iddiasıyla yargılandığı davada 10 ay hapis cezasına çarptırıldı.  İstanbul 19′uncu Sulh Ceza Mahkemesi, 5 yıllık denetimli serbestlik şartıyla cezayı erteledi. Say, karar sonrası yaptığı açıklamada, “Mahkeme sonucu çıkan karar için yurdum adına çok üzgünüm. İfade özgürlüğü açısından hayal kırıklığına uğradım. Hiçbir suçum olmamasına rağmen ceza almış bulunmam şahsımdan çok, Türkiye’deki ifade ve inanç özgürlüğü adına kaygı vericidir” diye konuştu.
Ömer Hayyam’a ait olduğunu söylediği bazı dizeleri Twitter’da paylaşması nedeniyle, 3 kişinin şikayetçi olduğu Say hakkında 1.5 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açılmıştı.
Say söz konusu tweetlerinin bazılarında şunları yazmıştı:
“Muezzin 22 saniyede okudu akşam ezanını yahu. Prestissimmo con fuco!!! Ne acelen var? Sevgili? Rakı masası?” Ben ateistim  diğer yarısını bilmem  ) Ateistim ve bunu bu kadar rahat söyleyebildiğim için gururluyum.”
Geçtiğimiz Kasım ayında katıldığı bir programda Fazıl Say, kendisine dava açanların 3-5 it kopuk olduğunu belirtmişti. Say’ın yargılanmasını eleştiren Dünya Yazarlar Birliği Türkiye Merkezi’ne de (PEN) ifade özgürlüğüne kısıtlama getiren TCK’nın 301′inci maddesinden soruşturma açılmıştı.

Klasik gitar uyarlamalarım - Süleyman EKER

2010 Yılından bu yana öğrencilerim için hazırlamış olduğum Klasik gitar uyarlamalarımı

 beğenilerinize sundum. İlgili kişiler, notalarına ulaşmak isterseniz mesaj atmanız yada 

yorumlarda dile getirmeniz yeterlidir. İlginiz için şimdiden teşekkürler...


Neşet RUACAN saygıyla...


Saygıyla anıyorum Neşet RUACAN hocanın Hürriyet gazetesinde yayımlanmış bir söyleşisini zevkle paylaşıyorum…
Alıntı: Müzik söyleşileri.

NEŞET RUACAN / Caz ölüyle sohbet değildir
Türk cazının gitarlı bilgesi Neşet Ruacan, sahnede 48 yılı geride bıraktı. Bu sürede Norveç’ten ABD’ye pek çok ülke gezdi, ünlü isimlerle çaldı, övgüler aldı, öğrenciler yetiştirdi. Fakat henüz bir albümü yayımlanmadı. Konserleri, gönüllü öğretmenliği ve caz misyonerliğini sürdürüyor. “Şans meleği hep omzumdaydı, fakat mahcubiyetimin kurbanı oldu” diyor.

İlk kez ne zaman “İyi ki Türkiye’de doğmuşum, cazı seçmişim” dediğinizi hatırlıyor musunuz?

- İnsan ilişkilerinde incelik ve derinlik benim için önemli kavramlar. İletişimde mecaza, nükteye, çağrışıma, çok katmanlı anlamlandırmaya önem veren bir kültürde doğmak şans. Bunu 40’lı yaşlarımda fark ettim. Klasik Türk Müziği’nin eski eserlerinde de görürsünüz bu derinliği. Fakat günümüzde yerini popüler kültürün sığlığına bırakıyor. Espriler bile sığlaştı. Gençlik yıllarımda ünlü bir avukat olan amcam Asım Ruacan yılda birkaç kez Ankara’dan İstanbul’a gelir, birkaç gün bizde kalırdı. Yaptığı esprileri, kardeşim Nükhet’le, o gittikten birkaç gün sonra çözebilirdik... Cazın arzu ettiğim iletişim biçimi olduğunu da genç yaşlarda fark ettim. 25-26 yaşında, iyi geçen konserlerden sonra akşam eve sevincimden uçarak giderdim... Cazın Amerika’daki altın çağına da yakından tanık olmak isterdim tabii... Bunun için 1920’de Chicago ya da New York’ta doğmam, 1950’lerde 20 yaşında bu şehirlerin caz kulüplerinde bulunmam gerekirdi...
Gitarım elime geldi
İlk iyi caz gitarına ne zaman sahip oldunuz?
- Bu açıdan çok şanslıydım. 1967’de, kız arkadaşımla İngiltere’ye gittik. 19 yaşındaydım. Hayalim Gibson marka gitar almaktı. Londra’da Charing Cross Road’daki Selmer’ın vitrininde Barney Kessel model Gibson’ı gördüm, büyülendim. Buna param yetmiyordu. Akşamları gidip vitrinde seyrediyordum. Daha ucuzunu alıp İstanbul’a döndüm. Bir hafta sonra bir arkadaşım telefon etti. Hilton’da sahneye çıkan bir gitarcının elindeki enstrümanı mutlaka görmem gerektiğini söyledi. Barney Kessel model bir gitardı bu. Sohbet sırasında kendisine çok büyük geldiğini, değiştirmek istediğini söyledi. Kendi gitarımdan bahsettim. Ertesi gün denedi, sevdi. Gitarlarımızı değiştirdik, üstüne para da almadı...

Müzik serüveninizde şans meleği hep omzunuzda mıydı, yoksa bu ilk ve son ziyareti mi oldu?

- Yerini sevdi sanıyorum. Hep omzumdaydı. Ama çoğu zaman meleğim mahcubiyetimin kurbanı oldu... Yeni girdiğim bir ortamda kendimi yabancı hissedersem hemen ortadan kaybolurum. Dostlarım varsa yakınımda, o zaman çok rahatımdır... Kendimi rahat hissetmediğim ortamlarda karşıma çıkan fırsatları dikkate almam.

1964’te elinde gitarıyla konsere koşan genç Neşet Ruacan şimdi karşınıza çıksa ona hangi tavsiyede bulunurdunuz?

- Yoluna devam et, derdim... Sigarayı bırakmasını tavsiye ederdim. Bunun dışında söyleyebileceğim bir şey yok... Cazı öğrenmek, iyi çalmak için elimden gelen her şeyi yaptım, yeni çıkan kitapları okudum, ustaları dinledim, çalıştım...

Caz çalmasam böyle dingin olamazdım

Caz, kişiliğinizi ya da hayata bakışınızı etkiledi mi, örneğin rock çalsaydınız kişiliğinizde önemli bir fark olur muydu?

- Kuşkusuz farklı bir kişiliğe sahip olurdum. Bu kadar dingin olmazdım, kendi dünyamda mutlu olamazdım. Caz çalmak insana karşısındakini dikkatli dinlemeyi, söz hakkına saygı duymayı ve takım oyununu öğretir. Kişiyi demokratlaştırır. Ayrıca cazcı kendi müziğini yapar; doğaçlamada hislerini o anda ortaya döken yegane müzikçidir. Ben hem müzikte hem de günlük hayatımda spontanlığı severim. Herkesin spontan olabileceği bir hayat biçimini savunurum. Caz insana yeniliklere çok hızlı uyum sağlamasını öğretir. 17 yaşında bir genç caz topluluğunda maharetini sergileyip, yarının sesi olabilir. Bu açıdan caz, yarına hazırlanan toplumlara, kurumlara da kılavuzdur.

Bilgeleştirici etkisi var mı?

- Çevremdekiler beni nasıl değerlendiriyor bilmiyorum, fakat benim için büyük ustalar hep birer ermişti. 19 yaşında, yastığımın altında Charlie Parker’ın fotoğrafıyla uyurdum. John Coltraine, Beny Goldman birer ermişti. Sonra ermiş olmaktan hiç hoşlanmayan Miles Davis gibiler çıktı sahneye. Popçu gibi davrandılar, cazcılar da gökyüzünden yere indi...

Amerika yıllarında yakaladığınız en büyük fırsat neydi?

- Amerika’da Juilliard’ın kurslarında Janosky’nin öğrencisi oldum. Jerry Bergonzi’den özel dersler aldım. Öğrenmek istediklerimi belirleyip derslere gittiğim için her ikisi de benim için çok yararlı oldu.

Mahcubiyetimden çok fırsat kaçırdım

Amerika’da kaçırdığınız en büyük balık?

- O kadar çok balık kaçırdım ki! 18 yaşında Manhattan Broaders topluluğundan teklif almıştım, çok küçüktüm, korktum ve gitmedim... Salena Jones, İngiltere’ye davet etmişti. Türkiye’ye geldiğinde Gloria Gaynor’dan teklif almıştım... Yanımda arkadaşlarım yoktu, tek başıma cesaret edemedim...

Gitarda kendi sesinizi bulmanız ne kadar zamanınızı aldı?

- Geçmişin amatör kayıtlarını dinlediğimde 25 yaşında kendi sesimi bulduğumu görüyorum.

40 yıl süreçte icra ve müziğe bakışınızda en büyük değişim hangi noktalarda yaşandı?

- Hâlâ müzikte arzuladığım akışkanlığa ulaşmaya çalışıyorum. John Coltrane gibi 7-8 notayı bir arada, tek notaymış gibi sunmak yüksek teknik, deneyim gerektiriyor. Bunu etüd, basit arpej gibi duyurmadan yapma çabasındayım. Bunun dışında hâlâ balad çalmayı çok seviyorum...

Yılların tecrübesi, mükemmellik arayışı sizi emprovizasyondan besteye yöneltti mi?

- Bence beste, iyi bir ressamın tuvalde çalışmaya başlamadan önce yaptığı eskiz gibi olmalı. Bu eskiz çok güzel sololara imkân sağlamalı. Caz sahnede anında yaratılmalı.

Dinleyicisiz kayıtta müzik ölü doğar

Sizce iyi caz nasıl olmalı?

- 1950’lerin Art Blakey Sekizlisi, Bill Evans Üçlüsü’nü dinlerken şunu görürsünüz: Bir melodi vardır. Bu hep birlikte çalınır, sonra her enstrüman solo yapar. Parçaların armonik derinliği, zenginliği vardır. Müzisyenler şablonlarla çalmaz. Eşlikte bile yeni arayışlar içindedir. İşte buna iyi caz denir. Japon icadı bir makineyle yapılan müzik benim için caz değildir. Çünkü caz, grup içinde bir sohbettir, makine insan gibi konuşamaz; ölüyle sohbet caz olamaz. İnsanlar da ölü taklidi yapabilir. Örneğin dünün müziğini aynen çalıyorsa... Pek çok cazcı evde hazırladıklarını, ezberlediklerini çalar sahnede. Kendini açmaz. Bu da iletişimi bozar, caz ortadan kaybolur...

Etno caz, caz rock, funk, fussion gibi akımlara ne diyorsunuz?

- Caza farklı müzik kategorilerinden yeni dinleyici kazandırması açısından yararlı. Fakat bu dinleyiciler cazı anlamaya çok uzak noktalardan başlıyor. İlk tanıştığı müziği aşıp gerçek caza ulaşması zor, kimi zaman imkânsız...  

Günümüzde albüm kaydetmek, internetten yayımlamak çok kolay. Neden bir albüm yapmadınız şimdiye kadar?

- Evde stüdyom var. Ayrıca Fatih Erkoç’un stüdyosunda da kaydedebilirdim. Fakat ben dinleyicinin olmadığı ortamda yapılan kayıtları ölü buluyorum. Konserde kaydedilmeli. Ne yazık ki arşivimde iyi konser kayıtlarım yok...

Büyük orkestralar eşliğinde mi, yoksa küçük gruplarla mı çalmayı seviyorsunuz?

- Küçük grupları tercih ediyorum. En fazla altılı olabilir. Grup daha da büyüyünce iletişim azalıyor. Çok iyi düzenlemeler yazılması gerekiyor.

Hayal üçlünüz?

- Standards Üçlüsü’yle (Keith Jarrett Trio) çalmak isterdim. Çok yüksek düzeyde, yoğun bir iletişim var bu üçlüde...

Caz açısından iki önemli kurumsal girişimin içindeydiniz, fakat her ikisi de hüsranla sona erdi. Bilgi Üniversitesi Caz Bölümü ve TRT Caz Orkestrası Türk cazına ne kazandırdı?

- Türkiye’den kişisel çabalarla iyi cazcılar çıkıyordu. Tıkanıklık yaşanıyordu. 1997’de Bilgi Üniversitesi’nde kurduğumuz caz bölümü bu tıkanıklığı açtı, çok yetenekli gençler yetiştirdi. Bugün bu isimlerle gurur duyuyoruz. 10 yıl daha devam etseydi büyük ve kalıcı bir dönüşüme yol açabilirdi... TRT Caz Orkestrası ise önemli bir girişimdi, iyi bir örnek teşkil etti. Ne yazık ki yeterince aktif olamadı, yurtdışında sesini duyurması için destek sağlanmadı.

Unutamadığım iki akşam

Hrant Lusigyan’dan bu yana Türk cazının gelişimine tanık oldunuz. Bugün uluslararası düzeyde bakıldığında Türk cazının en büyük kazanımı nedir, gelecek adına size ne umut veriyor?

- Türk Müziği Devlet Konservatuvarı’nda yetiştirilen çok yetenekli gençler cazda önemli arayışlara girişti. Bu bana umut veriyor, beni sevindiriyor. Cazcı gençlerse sadece virtüöziteyle yetinmiyor, müziklerini tanıtmak için de çaba sarfediyor. Projelerini, kariyerlerini çok iyi planlıyorlar. Bizim kuşağımızdan daha yırtıcılar. Bu da uluslararası platformda şanslarını artırıyor.

Sahnede tekrar yaşamak isteyeceğiniz üç akşam?

- 1975’te İstanbul’daki Şan Sineması’nda Süheyl Denizci, Selçuk Sun, Erol Pekçan’la verdiğimiz konser... Bir de Amerika’ya gittiğimde ünlü caz programcısı Willis Conover’ın evinde benim için parti verdiği akşam... Gitarcı Gene Bertoncini’yle çalmıştım... Bu ikisini hiç unutamam. Bunun dışında Nardis, Living Room gibi kulüplerde sayısız güzel akşam yaşadım. Tanıdık mekânlarda kendimi güvende hissettiğimde, müziğin kalitesi de artıyor, mutlu oluyorum.

70’e ulaşmadan yapmak istediğiniz neler var?

- Tek isteğim yaşamıma bugünkü gibi devam edebilmek. Yeter ki müzik yapabileyim. TRT’de görev yaparken yurtdışında dilediğimce konser veremiyordum. Şimdi Almanya, Polonya’yla başlayıp Avrupa’da daha fazla konser verebileceğim. Dileğim bunun gerçekleşmesi.

(Serhan Yedig / Hürriyet)



İKİNCİ TUTKUSU DENİZ

Neşet Ruacan (64), müzisyen olmak isteyen bir piyade albayının oğlu. Çocukluğu İstanbul’un Moda semtinde geçti. İlk çalgısı mızıkaydı. 10 yaşında klasik gitara başladı. Özel dersler aldı. Adnan Benk, Şadan Çaylıgil gibi Modalı entelektüellerin desteğiyle bilgisini geliştirdi. Klasik gitarı elektro gitar izledi. 1964’te üç arkadaşıyla Vahşi Kediler grubunu kurdu. Pop grubunun üyelerinden biri de gazeteci Arda Uskan’dı. Şerif Yüzbaşıoğlu, Süheyl Denizci’nin dans orkestralarında çalıştı. Ayhan Yünkuş’un etkisiyle caza yöneldi. Barney Kessel, Jimm Hall’un albümlerini analiz ederek kendini geliştirdi. Kardeşi Nilüfer Ruacan’ı da caz şarkıcısı olması için teşvik etti. Türkiye’ye gelen Ertha Kitt, Salena Jones gibi caz şarkıcılarına eşlik etti. Piyanist Emin Fındıkoğlu’ya İsveç ve Norveç’teki caz kulüplerinde çaldı. 1978’de Boston’daki Berklee’ye burslu kabul edildi. Buradaki eğitimi yetersiz bulunca Juillard Akademisi’nde besteci Vincent Persichetti’den ders alma umuduyla New York’a gitti. Okulun özel kurslarına katıldı. Bu arada caz piyanisti Nilüfer Verdi’yle evlendi. 1983’te Türkiye’ye döndü. TRT Hafif Müzik ve Caz Orkestrası’na katıldı. Türkiye’ye gelen Herbie Hancock, John Ormond, Nathan Davies, Woody Williams gibi müzikçilerle çaldı. Oğlu Nedim Ruacan (33) da caz davulcusu. Müzikten sonra en büyük tutkusu deniz.

Blue Note nedir?

Blue note için bir çok farklı söylemler olmasına rağmen, söylenenlerin arasında ki tek ortak nokta majör ve minör arasında ki ayrımı oluşturmaktan öte komalı bir yaklaşımla "hüznü hissettirmek ve hüznü yaratmak" olarak anlaşılıyor. Bu blue note u duyurmak, doğru yerde ve zamanda olmalı ve enstürmanistin ustalığı, melodik zekasını ortaya koyan durumdur.

Bu konuyla ilgili nette yayımlanmış bazı bilgiler şöyle:
1- Hokus pokus My Gitar:

Afrikadan Amerika'ya getiriliyor köleler. Bu sırada tabi ciddi bir misyoner faaliyet sonrası hristiyanlaştırma çabası var zenci halkı. Bunun için kilise müziğini de öğretiyorlar zencilere. Kilise müzikleri arasında en basit, major ezgili ve 1-5 gibi temel kadansların olduğu parçaları öğretiyorlar ilk başta. bu parçalar majör yapılarından dolayı neşeli eserler, ancak zenci halk ezilmiş, yerinden kopartılmış ve bilmediği bir yere yerleştirilmiş, aşağılanmış... Bu olumsuz şartlarda neşeli bir eseri aynı neşeli hissiyatla söyleyemiyor tabi. Buna Durul Gence şu örneği vermişti. "neşeliyken 'anne!' diye bağırdınız mesela, sesiniz dinç ve gür çıkar, sona doğru tizleşir sanki ancak zor bir anınızda 'anne!' dediğinizde, sönük, sona doğru ise neşeliyken söylediğinizden birkaç koma altta, sanki mırıldanır gibi söylersiniz"

İşte blue note (blue sözcüğü amerikan kültüründe hüzünlü gibi anlamlarda da kullanılır zaten) o majör parçadaki majör hissiyatı veren notaları, zencilerin o mutsuzlukta tam söyleyemeyip, birkaç koma alttan sanki içi acır gibi söylemeleri sonucu oluşmuş. Majör parçada minör hissiyata yönlendirici olan ve genellikle komalı olan her ses blue note olarak adlandırılır. Majör bir parçada, ağlar gibi bir ifade yaratan, o neşeli havayı bozan seslerdir mavi notalar.
Akın Eldes'in pinhani grubunun gözler anlatır adlı parçasının sonlarına doğru, parça la majör olmasına rağmen inatla çaldığı hafif komalı bir fa sesi, son zamanlarda duyduğum en hissiyatlı ve güçlü mavi notalardandır bu arada. Bir dinleyin derim. O neşeli havayı çok güçlü bir şekilde yırtmış.
2- Doğal nota ile bemol arasındaki seslere blue note- türkçeleştirirsek mavi nota- denir.
 (arsmagna, 23.03.2007 22:39)
3- Dünyaca üne sahip jazz mekanının adıdır new yorkta.
 (daisy, 30.03.2007 00:59)
4- Majör ve minör arasında karar verememiş dizilerin çeyrek sesleridir. blue (yani mavi) mecazi olarak hüzün anlamında da kullanıldığından, hüzünlü nota anlamına da gelebilir. neşeli ve çoşkulu bir majör gamında blue note kullanılarak daha hüzünlü bir ezgi ve dolayısıyla blues elde edilebilir.
5- Şimdi ismini hatırlayamadığım bir üstadın teorisine göre beyaz misyonerler siyahlara kilise şarkıları öğretmeye çalışırken; siyahların bu coşkulu majör şarkıları, esaretin verdiği hüzünle, istemeden minöre yaklaşarak söylemeleri sonucu ortaya çıkmıştır.
 (pecos kid, 25.05.2008 04:38)
 6-Plak sirketi.
7- Blue 2 anlamlıdır,biri mavi renk, diğeri ise hüzün! Bundan anlayacağınız gibi "hüzünlü nota"blues da çok rastlanır.
TSM deki koma sistemini anımsayın! Ama batı müziğinde bu sistem olmadığından, gereksinim bu yolla sağlanmıştır. Nasıl olduğuna gelince; major bir tonda; gamın 3. notası kromatik olarak bemole yakın çalınır! Piyano ya da klavyede gamın 2.sesi 3. ses ile çarptırılarak, gitar yada nefesli sazda ise 2. ses "bend" yapılarak sağlanır. Minor tonda ise gamın 5. sesi üzerinde yapılır. (Bülent Aksu)
8- Çınarcıkta bir kafe :) Müzik merkezi...

GIYA KANCHELI En büyük trajedi müzik yazmaktır




Giya Kancheli, son 10 yılda Avrupa ve Amerika’da adından en çok bahsedilen çağdaş bestecilerden biri. Yedi senfonisi, requem ve operalarıyla tanınan Gürcü sanatçının Türkiye’yle ilişkisi 1991’de talihsiz bir olayla başladı, bu şekilde devam etti. İlk gelişinde Düzce’de korkunç bir trafik kazası geçirip bir hafta Taksim İlkyardım Hastanesi’nde yatmış, İstanbul’dan ambulans uçakla ayrılmıştı. 2012 İstanbul Müzik Festivali’nin açılışında genç çellist Benyamin Sönmez’in kemancı Gidon Kremer’le seslendireceği bir eser yazıyordu. Fakat Sönmez 28 yaşında, kalp krizinden hayata veda etti. Kancheli, Sönmez’e ithaf ettiği “Lingering”in dünya prömiyerine katılmak ve Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü almak üzere 2012 Haziranı’nda İstanbul’a geldi.

 1991 yılı Gürcistan için dönüm noktasıydı. Referandumda halk Sovyet yönetimine karşı bağımsızlığı seçmiş, ayrılıkçı lider Zveid Gamsahurda cumhurbaşkanlığına atanmış, eski rejimin temsilcileri başkaldırmıştı. Ülke hızla kaosa sürükleniyordu...
Kancheli 56 yaşında, şöhreti Amerika’ya kadar ulaşmış bir besteciydi. Rustaveli Tiyatrosu’nun sanat yönetmenliğini yürütüyor, konservatuvarda kompozisyon dersleri veriyordu. Dördüncü senfonisinin dünya prömiyeri 1978’de Philadelphia Orkestrası’nca yapılmıştı. Dünyanın önde gelen kurumlarından beste siparişi alıyordu. Sovyetler’de de takdir görmüştü. 1974’te “Michelangelo’nun Anısına” başlıklı dördüncü senfonisi, 1989’da faşizmin kurbanları anısına yazdığı “Rüzgarın Yası” başlıklı senfonik eseri ödüllendirilmişti. Ve bu kritik süreçte, dünyaya gittikçe kapanan Gürcistan’da sıkışıp kalmıştı.
Berlin'e gidiyordu

O günlerde Alman Akademik Değişim Programı’ndan (DAAD) bir yıllık davet aldı. Bu, Gürcistan’dan çıkıp özgür çalışma ortamına kavuşmasını, gerçek anlamda dünyaya açılmasını sağlayacak bir fırsattı. Önemli eşyalarını otomobiline yükleyip, 26 Mayıs’ta Tiflis’ten Berlin’e gitmek üzere oğlu Sandro’yla yola çıktı. Türkiye sınırını sorunsuz geçtiler. Ertesi gün Düzce’ye vardılar...
Telefonda o günü anlatan Sandro Kanchelli, tüm detayları net bir şekilde hatırlıyor...
“Rustaveli Tiyatrosu, 29 Mayıs-2 Haziran arasında İstanbul Tiyatro Festivali’nde sahneye çıkacaktı. Yolculuğu bilinçli olarak bu tarihe denk getirmiştik. Almanya’da uzun süre kalacağımız için babam otomobille gitmemizi uygun görmüştü. İstanbul’a uğrayıp ekibe eşlik edecek, sonra yolumuza devam edecektik. Hava yağmurluydu. Otomobili babam kullanıyordu. Sert bir virajın ardından karşımıza geçit çıktı. Babam direksiyon hakimiyetini kaybetti. Savrulup takla atarak yoldan çıktık. Gözümüzü Düzce Devlet Hastanesi’nde açtık.”
Giya Kancheli’nin durumu ağırdı. Sandro ise hafif yaralarla kurtulmuştu. Bestecinin tedavisi için gereken uzman, ekipman yoktu hastanede.
“Festivali düzenleyen İKSV yetkilileri hemen devreye girdi. Babam Taksim Devlet Hastanesi’ne nakledildi. Bacağı kırılmıştı, kritik birkaç noktada sorun vardı. Bir hafta hastanede yattıktan sonra Berlin’e nakledildi. İKSV’nin girişimi olmasaydı Düzce’de kaderimizle başbaşa kalacaktık. Bu açıdan şükran borçluyuz. İlk İstanbul ziyaretinden babamın aklında kalan tek ayrıntı ambulanstan gördüğü gökyüzü ve hastane penceresi izlenimleri...”
ECM’le şansı açıldı

Berlin, Kancheli için gerçekten dönüm noktası oldu. Ailesiyle Almanya’ya yerleşti. Cazdan klasiğe çağdaş müzik alanında uzmanlaşan prestijli Alman plak firması ECM’le anlaşma yaptı. Eserleri Gidon Kremer, MistislavRostropoviç, Kim Kashkasian, Kronos Quartet gibi ünlü yorumculardan dünyaya ulaştı. Birbiri ardına yayımlanan sekiz albümden sonra Kancheli’nin ismi Arvo Part, Krzysztof Penderecki, John Tavener, Henryk Gorecki, Alfred Schnittke gibi bestecilerle anılmaya başladı.
Kancheli’ye göre bestecilik her şeyden önce “tanrı vergisi” bir yetenek. Eserlerindeki alametifarikası dini temalar, hüzün, ağır tempolar, kimi zaman aniden kesilen uzun cümleler, müziği tamamlayan sessizlikler. Buna karşın “müzik öncelikle dinleyiciyi şaşırtmalı, hayrete düşürmelidir” diyor. Senfoni yazmayı yıllar önce bıraksa da senfonik eser bestelemeyi sürdürüyor. 1995’ten bu yana Belçika’nın Antwerp kentinde yaşıyor. Sadece Rusça ve Gürcüce bildiği için oğlu ve kızının tercümanlığıyla dünyayla bağlantı kuruyor. Bu nedenle basına nadiren röportaj veriyor, bunlarda da çoğu zaman karamizah ön plana çıkıyor. 15 yıldır Flaman Kraliyet Filarmoni Orkestrası’nın kadrolu bestecisi. Hayatını bir mucizeler zinciri olarak değerlendirse de, bugün geldiği noktanın sevincini yaşamak yerine insan olmanın acısıyla yetiniyor... “Beste yaparken eğlenenlere çok imreniyorum, benim için müzik yazmak en büyük trajedi” diyor...
10 Ağustos’ta 77’inci yaşını karşılamaya hazırlanan Kancheli bir doktorun oğlu. Babası İkinci Dünya Savaşı’nın ilk günlerinde cepheye gittiğinde o altı yaşındaymış. Döndüğünde ise 12. Bu sürede annesi, çocuklarıyla büyük bir yoksulluk yaşamış. Bestecinin yegane çocukluk anısı yuvada kız ve erkeklerin ortak kullandığı tuvaletler, binanın eski tahta merdivenleri. Birkaç yıl önce yazdığı “Değerler Sistemi” adlı uzun makalesinde, 17 yaşına kadar yurtsever, ateist olarak yetiştirildiğini, Stalin’in ölümüyle birlikte yaşanan değişim sürecinde kişisel değerler sistemi açısından “tektatonik kayma” ve “iç patlamalar” yaşadığını anlatıyor.
Caz sever jeolog

Müzikle tanışmasını komşunun sanatsever hanımına borçlu. “Bütün gün mahallede futbol oynayan çocukları bir gün etrafına topladı. Ailemize, bizi operaya götüreceğini söyledi. Bunun karşılığında tek koşulu ailemizin bizlere Puşkin’in romanını okutmaları, konusunu ona anlatmamızı sağlamalarıydı. Eugene Onegin operasını izledik hep birlikte. Dönüş yolunda bu hanım troleybüsün altında kaldı. Hep birlikte hastaneye koştuk. Bu travmayla uzun yıllar operaya gitmedim.”
Evdeki radyoda çalan Beethoven, Bach, Mozart’a çocukluğunda itibar etmedi. Bunun yerine Amerikan savaş haberleri filmlerindeki müziğe aşık oldu. Önce Glenn Miller Orkestrası’na, ardından Duke Ellington, Ella Fitzgerald, Stan Kenton, Erroll Gardner ve Oscar Peterson’a... Okulda Bach, Rahmaninov çalmaya çalışırken bile aklında cazcılar vardı.
Konservatuvar sınavlarında başarılı olamayınca kendisini Tiflis Üniversitesi Jeoloji Fakültesi’nde buldu. Fakat konservatuvara girip, klasik müzik eğitiminden sonra cazcı olmaya kararlıydı. Özel armoni, müzik kuramı dersleri aldı. Sınavları kazandı. Büyük çabayla girdiği Tiflis Konservatuvarı onun için kısa sürede hayal kırıklığına dönüşecekti. Öğretmenlerinden çoğu St Petersburg Konservatuvarı’nda Richard Strauss, Debussy, Stravinsky, Mahler, Berg, Schönberg’in müziğiyle tanışmıştı. Fakat Stalin döneminin baskısıyla, bunları öğrencilerine aktarmaktan çekiniyorlardı.
Stalin’in ölümünden sonra çağdaş müzikle tanışması bu nedenle sarsıcı bir etki yarattı Kancheli’nin üstünde. 1959’da Moskova’ya gelen New York Filarmoni’nin yorumuyla Stravinski, Ravel, Şostakoviç ve Ives’la tanışması ikinci büyük depremdi. Bach’ın “Büyük Ayin Müziği”ni ilk kez keşfettiğinde 25 yaşındaydı. Ardından Fransız Altılıları, Bartok, Hindemith geldi.
Kancheli’nin 1961’de Orkestra Konçertosu’yla başlayan büyük senfonik eserler yazma süreci 1999’a kadar sürdü. Daha sonra oda müziği eserlerine yöneldi. Gürcistan’da Tiflis Rustaveli Tiyatrosu’nun sanat danışmanlığıyla hayatını kazanıyordu. Yurt dışına yerleştiğinde, eserlerinin telifiyle yaşayacak hale geldi.        
Benyamin Sönmez'i mektuplarıyla tanıdı

Kancheli’yle yolu kesişen yegane Türk müzikçi Benyamin Sönmez ’di. Genç çellist ona çok sayıda mektup yazmış, dostları kanalıyla haber göndermiş, çello için eser bestelemesini istemişti. İki müzikçi ne yazık ki hiç yüz yüze gelemedi.
Sönmez, geçen sonbaharda Anne Sophie Mutter’le Avrupa’da konser vermeye başladığında Kancheli onun Gidon Kremer’le birlikte seslendireceği ikili konçerto formunda bir eser yazıyordu. Eseri İstanbul Müzik Festivali sipariş vermişti. 2012 teması “Umut ve Kahramanlar” bu esere de yansıyacaktı. Fakat Sönmez, kariyerinin en kritik dönemecinde askerlik sorununu çözememenin getirdiği stresle 1 Aralık’ta kalp krizi geçirip öldü... Kancheli de Sönmez’e ithaf edeceği bir senfonik eser yazmaya başladı.
Kancheli son eserini yaklaşık 2 yıl önce yazmıştı. Oda orkestrası eşlikli keman ve viyola için yazdığı esere “Chiero-Scro” yani ışık ve gölge adını koymuştu. İstanbul’a ise 1,5 yılda tamamladığı daha geniş kapsamlı yeni senfonik eseriyle geliyor. 25 dakikalık esere “Lingering” adını vermiş Kancheli. “Babamın verdiği bilgiler, seçtiği anahtar sözcükler doğrultusunda eseri İngilizce isimlendirdik” diyor oğlu Sandro. Duraksama süresi, uzamak, geçmeyen, kalıcı, yavaş, ayrılmayan gibi pek çok karşılığı var bu sözcüğün Türkçede. Giya Kancheli’nin eserle ilgili bilgi talebimize gönderdiği üç cümlelik nota bakılırsa, en doğru çeviri “Ayak Direyen Umut” olabilir...
“Yarım yüzyıl öncesinde lingering deyimi aklımdan bile geçmezdi. Fakat benim yaşıma gelenlerin düşünceleri, hayatları ve daha iyi bir yaşam geleceği çevresinde dönüp duruyor. İnsanlığın yüz yüze kaldığı tüm küresel sorunlara karşın, içimde mutlu bir geleceğe dair ayak direyen umudun meşalesi yanıyor...”
(Serhan Yedig / 10 Haziran 2012 / Hürriyet)

ETNİSİTE DEĞİL BİREYSEL KİMLİK ÖNEMLİ
Sanatta kişiselliğin ulusal karakteristikler den daha önemli olduğuna inandım hep. Gençlik yıllarımdaki eserlerimde Gürcü temaları üzerinde durmadım. Eleştirmenler bunu eksiklik olarak değerlendirirdi. Bu tür yaklaşımlar sanırım en çok Gürcistan’da görülüyor. Bence uluslar yaşlandıkça, sınırları küçüldükçe, kültürü tek boyutlu hale dönüştükçe, şovenlerin “saflık” konusundaki yırtıcılığı, saldırganlığı artıyor. Ben bu tür kişileri, hayatında bir kez bile dürbünle çevreye bakmamakta direnen sınır muhafızlarına benzetiyorum. Bugün bazı Batılı eleştirmenler eserlerimde Gürcü izleri bulduklarını söylüyor. Sanırım dürbünleri çok gelişmiş olmalı...

ENSTRÜMANA DEĞİL, MÜZİKÇİYE YAZARIM
Tahta üflemelilerin dramatik anlatımına duyduğum sevgi iyi bilinir. Buna karşın tüm tahta üflemelilere aynı duyguyla yaklaştığım söylenemez. Örneğin yüksek sesli bir klarnet solosunu benim eserlerimde hiç duyamazsınız. Bestelerimde ki enstrüman seçimini, sevdiğim enstrümanlar yerine yeteneğine, müzikal kişiliğine saygı duyduğum yorumcular belirler. Örneğin Liturgy ve Styx’i Yuri Bashmett için, Lament’i Gidon Kremer, Simi’yi Mistislav Rostropoviç için bestelemiştim.

CHOPIN VE SCHUBERT’İN
DERİNLİĞİNİ YENİ KEŞFETTİM
Müzikte herhangi bir akımın izleyicisi ya da yıkıcısı olmayı hedeflemedim. Kuşkusuz her besteci yolun başında eski ya da çağdaş müzikal geleneklerle yüz yüze gelir. Ben Bach öncesi ve çağdaş müziği sevdim. Buna karşın her ikisine de mesafeli durdum. Uzun yıllar, neo romantik eserlerle arama mesafe koydum. Fakat yaşlandıkça insanın görüşleri değişiyor. Son yıllarda Romantik Çağın ilk temsilcilerine saygı duymaya başladım. Örneğin Chopin’in müziğindeki güzelliği, derinliği daha önce hiç fark etmemiştim. Schubert için de aynı şeyi söyleyebilirim. Günümüz teknoloji dünyası. Her şey çok hızlı gelişiyor. Ben ise ruhen faytonların, ilk otomobillerin dünyasına bağlıyım. Çoğunlukla geçen yüzyılın nostaljisini yaşıyorum. Çalışma araçlarım hiç değişmedi: Cetvel, kurşun kalem, silgi, cetvel. Önceliklerim de değişmedi. Mahler, Webern, Stravinsky, Şostakoviç, Viyana klasikleri ve Bach benim için Hala çok önemli.

HEP AYNI ESERİ YAZIYORUM
Besteye başlarken gayet saydam, kabataslak fikirler vardır zihnimde. Yazma sürecinde eser değişip yeni bir şekil kazanabilir. Hatta bazen çok farklı şekilde sonuçlanabilir. Dini olmayan eserlerimin bile dini özellikler taşıdıklarını söylüyorlar.
Haksız sayılmazlar. Çünkü hep aynı eserin üzerinde çalışıyorum. Çok belirgin olmasa da din dışı eserlerimde de dini motifler görülebilir. Tıpkı dini eserlerimde olduğu gibi... Okulda hızlı eserleri çalmayı sevmezdim. Teknik açıdan zor eserlerden hoşlanmazdım. Hep düşük tempolu müziği tercih ettim.  
     
HANGİSİ DAHA ÜZÜCÜ
Bana en çok yöneltilen sorulardan biri “mutlu musunuz?” Buna çoğunlukla olumlu cevap veriyorum. Hemen ardından şu geliyor: “Peki, neden çok hüzünlü, trajik eserler yazıyorsunuz?” Artık bu soruları hep aynı espriyle yanıtlıyorum: “Sizce mutsuz olsam, hep mutlu, neşeli ve tasasız eserler bestelesem daha iyi mi olurdu?”

SANAT HAYATI DEĞİŞTİREMEZ
Dostoyevski sanatın güzellikleri, dünyayı koruyacağını söylemiş. Ben bu fikre katılmıyorum. Ne yazık ki sanat kendi yolunu çizer, kendi yolunda gelişir, hayat buna paralel ilerler. Şimdi görüyoruz ki insanoğlu en vahim tarihi olaylardan, en trajik tarihi vakalardan hiç ders almıyor. Büyük trajediler kısa aralıklarla tekrarlanıyor. En güzel, en başarılı sanat bile dünyayı değiştiremez. Ne şiir ne müzik hayatın akışını değiştirebilir. Sanat geniş kitlelerin hayata bakışını değiştiremez.

SESİZLİK DE MÜZİKTİR
Müzikten sonra gelen sessizlik de müziktir bence. Bu sessizlik sonrasında gelen müziği doğurur.

MÜZİKLE TEDAVİ





Yeditepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi hastalarını müzik ile tedavi ediyor!























müzikli hayatlar.............

Sınav Kaygısı

Unutmayın!

Sınav kaygısı çocukluk yıllarında oluşmaya başlar ve zamanla etkisini gösterir. Otoriter ebeveyn tutumları, sıkı disiplin, okuldaki katı disiplin yöntemleri; olumsuz öğretmen tutumları, puanla tehdit, cezalar, sınıfta kalma korkusu, sınav kaygısının gelişmesine neden olur.

Alıntı: Müzik ve zeka gelişimi

Makamlarla Tedavi


İslam felsefecilerinden Farabi (870-950) ise bir çalışmasında makamların ruha etkisini şöyle sınıflandırmıştır:
Rast makamı: İnsana sefa (neşe, huzur) verir. 
Rehavi makamı: İnsana beka (sonsuzluk fikri) verir. 
Küçek makamı: İnsana hassasiyet (duyarlılık) verir. 
Büzürk makamı: İnsana havf (çekinme, sakınma duygusu) verir.
İsfahan makamı: İnsana hareket kabiliyeti ve güven hissi verir. 
Neva makamı: İnsana lezzet ve ferahlık verir.
Uşşak makamı: İnsana gülme “dilhek” verir.
Zirgüle makamı: İnsana uyku “nevm” verir.
Saba makamı: İnsana şecaat (cesaret, kuvvet) verir.
Buselik makamı: İnsana kuvvet verir.
Hüseyni makamı: İnsana sulh (sükunet, rahatlık) verir.
Hicaz makamı: İnsana tevazu (alçak gönüllülük ) verir.


ALINTI: Müzik ve Zeka Gelişimi

Anadolu müziğinde oryantalizm yoktur!


ARİF SAĞ / Anadolu müziğinde oryantalizm yoktur ! Serhan Yedig in yaptığı söyleşide bir çok önemli noktalara değinen Arif hocamızın felsefesini de anlamamıza yardımcı olacaktır....

"Buzuki Yunan’ın elinde harika bir çalgıdır. Ama bağlamayı buzuki ya da klasik gitar gibi çalarsanız enstrümanınıza ihanet edersiniz" diyor Arif Sağ. Yeterince olgunlaşmadan, çalgısını, müziği tanımadan ortaya çıkan gençlere fena halde kızıyor. Bu arada kendisi de sazın sapını kısaltıp, flamenkocularla konser verdiği, bağlamayı konçerto solisti yaptığı için eleştiri odağı. 2002’de İstanbul’da flamenkocu Gerardo Nunez’le vereceği konser öncesi Sağ’la buluştuk, müzikteki hassas konuları konuştuk.
Çoğunluk sizi sadece bağlamayla tanıyor. Oysa yıllarca stüdyo müzikçisiydiniz ve birçok enstrüman çalıyorsunuz. Hatta enstrümanın bulunmadığı ortamda bardaklara su koyup müzik yaptığınızı duymuştum. Çaldığınız enstrümanların listesiyle başlayalım mı röportaja?
- İyi derecede ritm aletleri çalarım. 1975’te TRT Radyosu’na kemençeci kadrosuyla girmiştim. Profesyonel düzeyde olmasa da nefesli çalgılar kullanırım. Eskiden zurna çalmaktan utanırdı insanlar, birçok sanatçının kasetinde zurna çaldım. İlginçtir, konservatuvarda zurna bölümü açtık. Öğrenci gelmedi. TV programlarında zurna çalmaya başladım. Bu çalgıyı kullanmanın ayıp olmadığını göstermek için... 1970’lerde çoban kavalı Türkiye’de bilinmezken ben çalıyordum. Bir dönem tar çaldım. Tüm enstrümanlara tutkum var. Müzik adamı olmak bunu gerektirir. Bir enstrümana takılıp kalırsanız çalgıcı olursunuz ancak. Dünya çalgılarını tanımak insanın ufkunu geliştirir.

İddiasını albümle kanıtlayacak

Şimdilerde zamanınızın çoğu dersanenizde ve stüdyonuzda geçiyor. Yayımlanmasa da, vokali bir kenara bıraktığınız, tüm çalgıları kullandığınız deneysel çalışmalar yapıyor musunuz?
- Bazı aletleri çok profesyonel çaldığım için denemeye gerek yok. (Gülüyor) 1980’lerin sonunda Erşan Başbuğ’un hazırladığı bir TV programında ekran sekize bölünmüştü ve her karede bir enstrüman çalıyordum. Kaval, davul, zurna, bağlama gibi... Şimdi sizin kastettiğiniz türde deneysel bir çalışma hazırlıyorum. Çıkış noktam şu tez: Bence Anadolu müziğinde oryantalizm yoktur. Ne zeybekte, halayda, horonda ne de Trakya havalarında. Oryantalizm arabeskle girdi. Tezimi kanıtlamak için sadece ritmlerden oluşan bir albüm hazırlıyorum.
Diğer bağlama virtüözlerinden en önemli farkınız çalgınızın yapısı üzerinde düşünmeniz, değişiklikler yapmanız. Bildiğim kadarıyla sapını kısalttınız, beş telli bağlama denediniz, penayla çalıyorsunuz. Bu değişiklikler hangi ihtiyaçlardan kaynaklandı, ne sonuçlar elde ettiniz?
- Bir çalgının, dünya enstrümanı olabilmesi için bazı koşulları yerine getirmesi gerekiyor. Standartlaşması ve enstrüman ailesine sahip olması lazım. Batı’da tek kemandan tüm sesleri çıkarmayı denemek yerine, viyola, çello, kontrbas yapmışlar. Aynı şey klarnet ve saksofon için söz konusu. Çalgılar tonalitelerine dikkat edilerek, doğru tınladıkları yere göre standartlaştırılmışlar. Bizim elimize bir bağlama verilmiş, her şeyi bununla çalmamız bekleniyor. Oysa bağlamanın iyi tınladığı bir nokta vardır. Eğer “la” akorduyla bir parça çalmanız gerekiyorsa, bağlamanızın iyi tınlayan noktası “la” karara denk düşüyorsa iyi sonuç alırsınız. Ama bağlamada birden fazla noktada “la”yı bulmak mümkün. İyi tınlamadığı noktadakini kullanırsanız, iyi sonuç alamazsınız. Bu nedenle bağlamayı tonaliteye göre çoğaltmak gerekir. Si, la, sol b ağlama gibi. Bu ihtiyacın yanı sıra gitara baktığımda standart beş telin bile yetmediğini 12 telli gitar yapıldığını gördüm. Naylon tellisi, flamenko gitarı, perdesizi yapılmış. Neden bağlamanın da böyle bir ailesi olmasın? Üç, altı, yedi tellisi gerekir; tezeneyle (pena), şelpeyle çalınanı gerekir. Kısa saplı bağlamayı icat etmedim, Anadolu’da örnekleri var. Kısa saplı bağlama yapıp, şelpe tekniğiyle çaldığımda TRT buna karşı çıktı. Yıllardır karşı. Fakat binlerce genç artık bu teknikle çalıyor. Konservatuvar öğrencileri bilir, uygular. Hocaları bilmez. Konservatuvarda dersi yoktur!

Bağlamanın sapını ben kesmedim

Yani çıkış noktanız cura, bağlama, divan sazından oluşan ailenin genişlemesi gerektiğiydi. Peki geliştirdiğiniz çalgılara patent alıyor musunuz, 50 yıl sonra “Arif Sağ Bağlaması” diye bir çalgı olacak mı?
- Divan sazı denilen şey, bağlamanın alt telinin “la”ya akord edilmiş olanı. Bu artık tarihe karıştı. Türkiye’de bulmanız mümkün değil. Bugün alt tel “re” ya da “do”dur. Cura, bağlama, divan sazı enstrüman ailesi olamaz, çünkü hepsi aynı tonda. Sadece oktav farkları var. Tek bağlamayla tüm tonlarda çalınmaz. Teli iki ses düşürmek ya da çekmek gerekir. “La”ya çekilmiş teli “sol”e düşürmek bağlamanın tınısını öldürür. Keyfi akortla standart kurulmaz. Enstrüman ailesi oluştururken dikkat etmemiz gereken şey Anadolu’nun ortak tınısını temel almaktır. Bizde “do”, “do diyez”, “si”dir bu tını. Bu tınılara göre birer çalgı yapmak da yetmez, çalgıların standartlaşması gerekir. Dünyanın herhangi bir yerinde eline bağlamayı alan standart enstrümanı çalabilmelidir. Patent meselesine gelince, halkın malı bu çalgı... Kimin malının patentini alıyorsunuz ki?
Yakın dostunuz, eğitimci Erol Aktı 19 farklı düzende çalınabilen bağlamanın ustasının elinde ses genişliğini 4.5 oktava kadar yükseltebileceğini söylüyor. Sapı kısaltılmış bağlama aynı olanağa sahip mi; Anadolu’nun tüm yörelerindeki ezgileri, örneğin bir Ege ezgisini bu enstrümanla çalmak mümkün mü?
- Ben Arif Sağ’ım; bu ülkede iyi bağlama çalanlardan biriyim; beni taklit eden binlerce kişi var; bugüne kadar bu enstrümanı kullandım ve hiçbir zorluk çekmedim... Başkası çalamıyorsa, bunu bilmem. Ben zoru, daha iyisini deniyorum. Devlet memuru zihniyetiyle yaklaşmıyorum çalgıma. Her konserden sonra tellerini değiştiriyorum örneğin... Aletiniz doğru tınlamıyorsa, yanlış frekansla çalıyorsanız zaten yaptığınız iş baştan yanlıştır. Bazı cahiller çıkıp “Arif Sağ bağlamanın sapını kesti” dedi. Bunu ben icat etmedim. Anadolu’da bağlamanın orijinali böyledir, 12 perdelidir. Çalgı şehre geldiğinde, şehirlileştirmek ve tambura benzetmek için sapını uzatmışlar. “Bağlama düzeni”ne alternatif “bozuk düzen”i geliştirmişler. Kısa saplı bağlamayla neden Ege türküsü çalınmasın? Ege’de, Toroslar’da bağlama düzeniyle çalınır. Talip Özkan, Fethiyeli Topal Ramazan vardır... Ayrıca, kemanın da sapı kısadır, öyle değil mi?

Anadolu keşfetti, gitarcılar taklit etti

Edirne’den Erzurum’a tüm yörelerin ezgileri ilginizi çekiyor mu, repertuarınızda yer veriyor musunuz?
- Ben yöre sanatçısı değilim ki. 20 yıl TRT’de çalıştım, tüm yörelerin türkülerini çaldım. Türk Folklor Kurumu’nun yöneticilerindenim. Halk oyunlarını iyi bilirim. Enstrümanıma bir kültür ögesi olarak yaklaşırım. Bana kimse “Falan yörenin parçası şu düzenle, filan yörenin parçası şu düzenle çalınır” demesin. Bu anti müzikal bir söylem. Enstrümanını iyi çalan, tüm yöreleri rahatlıkla çalar.
Enstrümanın yapısındaki değişikliklerin yanı sıra bir de çalma tekniğinde farklı yöntemler kullanıyorsunuz. Gitarcı Egberto Gismonti’de gördüğümüz teknikle perdelerin (sapın) üstündeki elinizi, diğeri gibi kullanıyorsunuz. Yani bağlamayı piyano gibi çalabiliyorsunuz. Şelpe tekniği dediğiniz şey bu mu?
- Evet bu teknik. Anadolu’dan çıkmıştır. Gitarcılar da Anadolu’dan almıştır. Geçmişi Ortaasya’ya Türkmenistan’a, Özbekistan’a kadar uzanır. Anadolu’da bağlama tel ve perdeler üzerinde vurarak çalınıyordu. Fakat mi perdesinin altına inilmiyordu. Benim, öğrencim Erdal Erzincan’ın, Erol Parlak’ın ve birçok genç bağlamacının yaptığı “mi” sesinin de altına inip çalgının tüm noktalarını kullanmaktı. Geleneği zedelememeye özen gösterdik. Halk müziği sevenler dinlerken rahatsız olmadı. Rahatsızlık hissetseydim zaten vazgeçerdim. Sadece kendini Türk Halk Müziği otoritesi kabul eden, kendini yenileyemeyen bazı kişiler rahatsızlık hissetti!
1996’da Cumhuriyet’te yayımlanan bir röportajda “buzuki tekniğiyle çalınması bağlamanın geleceği için ciddi bir tehlikedir” demişsiniz. Nedir bu teknik ve tehlikesi?
- Buzuki Yunanlılar’ın elinde harika bir çalgıdır. Ama bağlamayı buzuki ya da klasik gitar gibi çalarsanız enstrümanınıza ihanet edersiniz. Buzukici ve gitarcı enstrümanını en iyi şekilde çalmak için çaba sarfediyor. Bizimkiler bağlamayı daha iyi çalmaya çalışmak yerine onları taklit ediyor. Piccolo flüt yerine piccolo flütü taklit eden bir neyzen ya da tumbacı yerine tumbacıyı taklit eden bir koltuk davulcuyu dinlemek ister miydiniz? Bana mantı ikram ediyorsanız üstüne sarmısaklı yoğurt ve eritilmiş tereyağ dökmenizi tercih ederim. Ballı yoğurt dökerseniz midem kaldırmaz...

Gençlere neden kızgın?

Enstrümanın yapısı ya da yorum tekniğinde yapmayı hayal ettiğiniz başka değişiklikler var mı?
- Bir enstrümanı iyi çalmak marifet değil. Ekol yaratmak, öğrenciler yetiştirmek, birikimi tarihe maletmek önemli. Çalgını dünya çapına taşımak zorundasın. Bugün binlerce genç şelpe tekniğiyle çalıyor. Çok iyi çalan öğrencilerim var. Yarın gençler beni teknik olarak aşacak, beni hayrete düşürecekler. Arkalarından süpürge toplayacağım. Sanat ancak böyle gelişir. Sanatçı şunu bilmeli: Bir gün yetiştirdiklerim beni aşacak ve ben onları hayretle seyredeceğim. “Benimle başladı, benimle biter” düşüncesinden, egoizmden kurtulmak gerekir. Özetle söylemek gerekirse, gençlerin bu birikimi daha ileri taşımasını bekliyorum.
Yenilikçi olduğunu iddia eden bazı gençleri çok sert eleştirdiğinize defalarca tanık olduk. Sizce gençler ne yapmalı; ya da neyi eksik yapıyorlar?
- Biliyor musunuz, Hindistan’da bir gencin tablacı olabilmesi için 50 yaşına yaklaşması, en az 30 yıl çalabilmesi gerekiyor. 30 yıldan sonra “bu genç tabla çalabilir artık” diyorlar. Sanatta tecrübeye saygı esastır. İki yıldır kaval üzerinde bazı değişiklikler yapmaya çalışıyorum. Defalarca kaval, ney çalan arkadaşlarıma gittim, fikirlerini sordum. “Ben yaptım oldu” diyebilirdim. Muharrem Ertaş’ı ne zaman duysam beni ter basar. Muhteşemliği karşısında korkarım. Beceriksiz gençler Ertaş’ın türküsünü alıp mahvediyor. Sonra da “ben bu türküyü yorumladım” diyor. “Yorum” varolanın üzerine bir şeyler ilave etme kabiliyetidir; varolanı değiştirmek ve bozmak değil. İşte sahtekarlık burada başlıyor. Türküler kimsenin malı değil, herkes söyleyecek. Ama gençlerden rica ediyorum, bir bilene danışsınlar.
“Bağlama Konçertosu” projeniz geniş yankı uyandırmıştı. Fikir kimden çıktı, bu tecrübe müziğe bakışınızı nasıl değiştirdi?
- 1970’lerde yaylılarla bu tür denemeler yapmıştım. Köln Filarmoni’yle daha geniş kapsamlı bir çalışma yaptık. Fikir bana aitti. Büyük bölümünü ben, bir bölümünü Erdal Erzincan ve Erol Parlak besteledi. Cengiz Özdemir orkestraya uyarladı. Müziğimizi evrensel platforma senfonik formda ya da cazla taşıyabileceğimize inanıyorum. Popüler müzik gelip geçicidir.

Flamenko yabancı değil
Son dönemde en önemsediğiniz proje Binyılın Türküsü’ydü. Sizce bu projenin yarına yönelik mesajı nedir?
- Anadolu’daki kültürel mozaik vurgulandı. Bu arada Anadolu’nun ana enstrümanı bağlamaya dikkat çekildi. AB’ye giriş sürecinde cebinde parası bulunmasa da Türkiye’nin köklü bir kültüre sahip olduğu bir kez daha hatırlatıldı.
Flamenko ne zaman ilgi alanınıza girdi?
- 1970’lerden bu yana flamenko dinlerim. Paco De Lucia’yı çok severim örneğin. Flamenkoyu yaratanlar Asyalı çingeneler. Gitarı da Avrupa’ya onlar götürmüş. Makamsal özellikleri var. Bu nedenle ortak sesler, duyarlılıklar bulmak zor değil. İki yıl önce Hollandalı bir prodüktörün önerisi üzerine flamenkocu Tomatito ile Hollanda ve Belçika’da 12 konser vermiştim. Emprovize ağırlıklı bir projeydi. İlk buluşmada ortak ses yaratabildik, herkes çok şaşırdı. Çünkü Tomatito aslında Muharrem Ertaş ya da Hacı Taşan ruhuna sahip bir müzikçiydi.
Gerardo Nunez’le İstanbul’da vereceğiniz konser bir önceki buluşmanın açtığı yoldan mı geçecek?
- Bu konseri iki ayrı kültürden virtüözün buluşması şeklinde değerlendirmek gerekir. Nunez flamenko çalacak, ben Türk Halk Müziği. Sonra birlikte emprovize yapacağız. Vokal konser yapmayacağız. Enstrümanlar ön plana çıkacak.
(Serhan Yedig / İş Müzik Kasım 2002)

ÇANAKKALE TÜRKÜSÜ EMANETTİR BİZE!

Gençlere çocuklara emanet edilen bu değer, bir tek ses kalana kadar tınlayacağının kanıtı aşağıda ki videodadır. Emeği geçen tüm herkese gurur duyuyor ve aşağıda Çanakkale içinde türküsünün en güzel yorumunu sizlerle paylaşıyorum...

"İlk şiirimi Atatürk için yazdım" diyen kim?


1956 YILINDAN BİR AŞIK VEYSEL RÖPORTAJI İLE ÇOK GÜZEL AYRINTILAR ANLATILIYOR. YAZIM HATALARI YOKTUR, ŞİVENİN DATLILIĞI VARDIR BU YAZIDA...

Saz çalıp para kazanmak için şehir şehir gezen Aşık Veysel 'in yolu 1956'da Dinar'a düşmüştü. Dört günde dört konser verdi. Bu konserlerden birinde şair Nedred Gürcan’la yaptığı sohbet diktafona kaydedildi. Konuşmanın bir bölümü yine şair Nedret Gürcan tarafından Dinar’da 1954-57 yılları arasında yayımlanan Şairler Yaprağı dergisinde yer aldı. İşte bu konuşmada Aşık Veysel, sonraki yıllarda adı kullanılarak üretilen pek çok hurafeyi aydınlığa kavuşturuyor.


Çok çok teşekkür ederiz üstad. Eksik olmayın. Gerek ben Nedret Gürcan, gerek ortaokul müdür muavini Reşat Ünsal size çok çok teşekkür ediyoruz ziyaretiniz için. Şimdi Dinar Belediye Reisi'nin yanına kadar gidelim. Kendisi bekliyor."
- Sağolun. (Aşık Veysel'in sesi)
Memleketimizin yegane halk saz şairi, kıymetli üstad Aşık Veysel Şatıroğlu gözlerini kaybettikten sonra saz çalmaya başlamış fakat şairliğini ancak Cumhuriyet'in onuncu yıldönümünde göstermiştir. Bize söylediğine göre, ilk şiirini Cumhuriyet'in onuncu yıldönümünde Atatürk için yazmıştır. Kendisinden Atatürk'e ait bir hatırası olup olmadığını sorduğumuz kıymetli aşık bize çok güzel bir hikayesini anlattı. Ne yazık ki büyük Atatürk'ü bu büyük sanatkar hiç görememiş fakat hemen hemen gördü gibi bir şey olmuş. Şimdi bu hikayeyi kendi ağzından dinliyoruz. Buyrun üstad... (Bundan sonra sözü Aşık Veysel alıyor)
Onuncu yıldönümünde bizim nahiyede Ali Rıza isminde bir müdür varıdı. "Onuncu yıldönümüne bir şiir veya destan hazırla" diye bana beş-on gün evvel haber vermişti. İşte biz de o zamanlar bir destan hazırladık, nahiyeye gittik. İlk defa da orada okudum. Destan da şu idi. Baştan bir kıtasını okuyayım: “Atatürktür Türkiyenin ihyası / Kurtardı vetanı düşmanımızdan / Canını bu yolda eyledi feda / Biz dahi geçelim öz canımızdan.”
İşte bu destanı orada okudum. Nahiye müdürü yazdı, aldı Ankara'ya gönderirim diye. Bekledik. Geldi, gelecek, Atatürk duyar, bizi ister falan bir ümitle hayli bir zaman bekledik. Nihayet, kara kışın içinde, evvelki arkadaşım İbrahim vardı, Angara'ya kadar gidelim dedik. Yaya olarak düştük yollara. Akdağ madeninden, Yozgat köylerinden, Alacanın köylerinden, Sungurlu ve köylerinden, efendim, Çangırı'nın bazı köylerinden, Çıbık'tan hasılı üç ayda Angara'ya gelebildik. Çünkü kış, yaya...

Bize yetirmedikçe kendisi de yemez

Ankara'ya geldik. Misafir olacah bir yerimiz yoh. Cebimizde para yoh. Kendimize güvenemiyoruk otelde şurda burda yatmak için... Biz ne yaparız filan... Orda burda dert yanar iken, dediler Erzurumlu Paşo dayı var. O adam müsafiperverdir, sizleri misafir eder dediler. Sora sora o adamı bulduh. Hakigaten adam da misasirperver bir adamıdı. Allah rahmet eylesin. Bizi seve seve misafir etti. Birkaç gün orda kaldıktan sonra, orda kahveler vardı. Kahvelerde çalıp söylüyoruz... Orda Alaca'nın (burası anlaşılmıyor) Köyü'nden bir Hasan Efendi isminde, Allah rahmet eylesin, orda vaktiyle gelmiş ev yapmış. İki tane arabası var. Arabalar çalışıyor. Ordan bizi gordü, misafir etti. Neyse orda kendi evinden bize bir oda ayırdı. Yatah verdi. Gece geliriz, gundüz geliriz yatahlarımız hazırlanmış bayaa evimiz gibi. Yemeklerimiz hazırlanmış. Bize yemea yedirmeyince yamaz.

Halk şairiyiz Atatürk’ü görmek istiyoruz

Dedim Hasan Efendi biz buraya yeyip içmek için gelmedik. Bizim maksedimiz var. "Neymiş" diye sordu adamcaağaz. Dedim böyle bir destanım var, bunu Atatürk'e duyurmak maksediyle geldim. Tanıdığımız yok, yolunu bulamıyoruz. Dedi, "vallahi ben işçi bir adamım böyle şeylerle alakamız yok. Ama burda bir milletvekili var, gidelim ona danışalım da o ne türlü yol gösterirse gidelim oğa gore iş tutalım" dedi. Gittik adama. "Ne istiyorsunuz" dedi. Valla halk şaeriyiz, Atatürk'ü görmek istiyoruz dedik. "Bırak canım" dedi, "siz kıyıda köşede çalın çağırın, geçin gidin beş-on para kazanabiliyorsanız" dedi. "Halk şaerine, şuna buna ehemmiyet veren yok" dedi. "Hayır öyle değil, bizim şöyle bir destanımız var, bunu okuyalım da onun için onu duyuracağız" dedik. "Söyle bakalım" dedi. Aynen destanı baştan ayağe kadar okudum. "Güzel" dedi. "Çok iyi yazmışsın ve iyi düşünmüşsün" dedi. "Bunu" dedi, "Hakimiyeti Milli Metbaası'na abimiz (anlaşılmıyor) Bey'i goriyim de" dedi. "Yarın saat sekizde bir cevap veririm". Gittik.

Tel alacaksan bunu bir yere oturt

Sabahsı saat sekizde geldik. Adam gine "yok" dedi, "ben böyle şeye karışmam" dedi. "Gedin ne yaparsanız yapın. Ben öyle şeyleri bilmem" dedi. Eeeee ümidimiz kesildi. İbraem'e dedim, "haydi gidek yahu, madem metbaa bunu basarmış, kendimiz gidek bir görünek bakalım nasıl olur". Ordan indik Bent Deresi'nden Karaoğlan Çarşısı'na gireceğimiz zaman polisler bizi yakaladı. Ayağımızda çarıh, bacağımız şalvar, üstümüzde şal ceket, belimizde guşak, perişan bir vaziyette. "Girmen çarşıya" dedi. "Yahu biz dilenecek değiliz, bizim başka işimiz var!". "Hayır" dedi, olmaz giremezsiniz" dedi. E başka türlü bir şey diyemedik, "girmeyek" dedik. Birez geri döner gibi ettik, polisi sapıtmış gibi olduk goya. Polis bizi takip edermiş. Gine ileriye devam ettik, polis geriden geldi, İbraam'ın yakasından tuttu, "beynini patladırım girme diyorum" dedi. "Beyefendi tel alacağız" filan... "Tel alacaksan bunu bi yere oturt" dedi, "git telini al gel!" dedi.

Atatürk’ün başı kalabalıktı

İbraam beni bi kahveye oturttu. Gitti teli aldı geldi. Gittik sazı telledik düzenledik. Bu dış kapı tarafından dolandık, çarşıdan gidemiyoruz. Gittik metbaayi bulduk. Vardık. "Ne istiyorsunuz" dediler. "Ağa Gunduz Bey'i  goreceğiz" dedik. Neyse haber verdiler, geldi. "Ne istiyorsunuz" dedi. "Valla böyle böyle bir destan hazırladık, bunu metbaaya vereceğiz" dedik. "Okun bakiyim" dedi. Okudum. "Güzel" dedi!
Hemen fotoğraflarımız aldılar. Destanı yazdılar. Orda telif hakkı 8 lira bir para verdiler bize. O zaman için gıymetli. Sabahleyin gelin gazetenizden gazete alın dediler. Sabahlayın vardık beş-altı tane gazete verdiler. Aldık, çarşıya çıktık. Polisler "Ooo Veysel Efendi, siz misiniz Aşık Veysel? Efendim kahvelere girin oturun istirahat edin, ayak üzeri dolaşman filan filan iltifat başladı." Onun üzerine bir müddet gezdik. Gece gezdik, gundüz gezdik. Bazı tanıyanlar oldu. Evlerine gotürdüler. Saet bire gader, ikiye gader geliriz gideriz ne polis ne de şey hiç kimse müdahale etmedi. Hatta ellerinden gelen yardımı esirgemediler. Eeee, dinledik hiçbir ses-sade yok. Atatürk okuyacak da, bizi çağıracak... O zaman da başının kalabalık zamanıydı. Şu Rıza Pehlevi geliyordu, o esnada.

Belediyenin parası tükenmiş, size kalmamış

Neyse koye gitmek istedik. Bi avukatın birisi dedi ki "yahu ben bir istida yazayım belediyeye gotürün meccanen gidin" dedi. "Niye para veresiniz" dedi. Yazdı. Belediyeye çıktık. Belediye istidaye baktı. "Siz nasıl gelebildinizse öyle gidersiniz, siz sanatker adamsınız" dedi. Geri geldik. Avukat sordu "ne yaptınız" dedi. "Mesele böyle" dedik. "Dur bir de valiye yazalım" dedi. Valiye yazdı. Götürdük vali imza etti. Gine belediyeye gotüreceğiz. Belediyeye gotürdük. Belediye gine reddetti. Ama giderken vali yardımcısı "gabul etmezse bana getirin" dedi. Muavine getirdik tekrar. Adamcağız içerledi. "Bırakın baba" dedi. "Herhalda Angara Belediyesi'nin parası tukenmiş, sizin için parası yok" dedi. Çıktık. Orda donelim monelim derken adam "bir de şeye uğriyah" dedi, halkevine. Belki ordan bir yardım olur felan. Halkevine gittik, halkevinde içeri girecaz kapıcılar bırakmıyor. Ordan bir adam çıktı. "Ne dolanıyorsunuz burda" dedi. "Halkevine gireceğiz kapıcılar koymuyor" dedik. "Yahu bunları bırakın bunlar tanınmış adam. Aşık Veyseldir" dedi. Geçsin edebiyat şube reisi elakeder olsun. Gotürün gosterin" dedi.

50 lira verdiler döndük köyee

Adamlar bizi gotürdüler. Gaziantepli İshak (anlaşılmıyor) Bey vardı. Edebiyat şube reisi oymuş. Bizi gorünce "Ooo buyrun buyrun buyrun", bir iltifat hürmet. Sordu, sual etti, yazdı hangi şairlerden birisin... Duyduğu şiirleri yazdı gaydetti. Dairalar dağılıyor, saat 6 oldu. Orda İzzet Ünlü Bey vardı, Afyonkarahisar milletvekili. Sonra Necip Ali Bey vardı. Bir Denizlili. Umum halkevlerinin reisiydi o zamanlar. Onlar giderken, "buyrun beyler halk şaerleri gelmiş, biraz dinleyelim" dedi. Başımızı sardılar, toplandılar. Çaldık söyledik. Necip Ali Bey dedi ki "yahu bunlar perişan adamlar, bunlara bakmalı, birer kat elbise yaptırın" dedi. Kereme yaptırın (anlaşılmıyor) gozden çıkarman dedi. Yani ikimize yaptırın. Neyse, "pazar gunu de" dedi, "halke bir konser tertib edin bir konser versinler" dedi. Pazar gunüne elbiseleri hazırmışlar. Gittik giyindik. Orda bir konser verdik. 50 lira verdiler ordan döndük köyee.

Atatürk radyoda duyup telefon etmiş

Sonra dolandık İstanbul'a vardık. İstanbul'da, daha Angara'da radyo açılmamıştı, radyo evinde söylerken, Atatürk rahmetlik, Dolmabahçe Sarayı'nda içermiş. Duymuş. Biz çıktık (kesintiler) telefon etmiş radyo evine. Bizi de bir Arapkirli bir Mehmet Efendi isimli birisi, Kuledibi'nde kapıcıymış, bizi aldı oraya gotürdü. Orda çalıp eğleniyoruz. Radyo evinden cevap vermişler ki, "Çıktılar edreslerini bilmiyoruz". Emniyet müdürlüğüne telefon etmişler. Polisler 12'ye kadar İstanbul'u alt üst etmiş, aramış daramış bulamamışlar. Sabahleyin geldik. Cemil Bey "yahu akşam nerdeydiniz bir fırsat kaçırdık ki"... "Hayrola neymiş" dedik. "Böyle böyle oldu, nerdeydeniz" dedi. Eee tabii müteessir olduk ama "iş elde çıktı, ne yapalım ya" dedik. "Valla ben bir mektup yazayım Yaver Şükrü Bey'e" dedi. "Gidin doğrulun doğru Dolmabahçe sarayına kadar" dedi. Yazdı, mektubu aldık, sazı aldık, haydi bakalım Dolmabahçe Sarayı'na. Vardık gapıya dayandık. Polisler "ne o" dediler, "böyle böyle olmuş" dedik. Komiser dedi ki "evet evet bırakın geçsinler akşam (anlaşılmıyor) Atatürk" dedi. Geçtik içeriye. Vardık, Yaver Şükrü Bey'e haber verdiler, geldi. Mektübü verdik. Açtı okudu. "Ne yapayım şansınız tutmadı" dedi. "Akşem o gadar arattım saat 12'ye kadar" dedi. "Fakat bulduramadım" dedi. "Malum bu bir keyf zamanıdır" dedi. "O zaman çok iyi, hakkınızda hayırlıydı" dedi. "Fakat şimdi söylenmez ve ben söyleyemem" dedi.
(Nedred Gürcan / Şairler Yaprağı Dergisi / 1956)

Müzik Sosyolojisi - Edip Günay


Sevgili Hocam Edip GÜNAY'ın eserini gururla paylaşıyorum. Her müzisyenin baş ucu kitabı olacak bu eseri herkesin edinmesini tavsiye eder, Edip Hocamı rahmetle anıyorum...
Müzik Sosyolojisi Edip GünayBağlam Yayınları: 0212 243 17 27
"Müzik Sosyolojisi; doğayı göz ardı etmeksizin insan kültürü içinde bireylerin, sosyal grupların ve kuruluşların etkileşimlerinden oluşan gerçekleri müzikle ilişkili olarak araştıran denemelerden edinilmiş kuramsal bilgiler ile bu deneyimlerden yararlanılarak sistematikleştirilmiş bilgilerden oluşan bir çalışma alanıdır. Diğer bilim ve sanat alanlarında olduğu gibi, sosyoloji ve müzik sosyolojisi de kültürün diğer kurumları ile etkileşimdedir. Bu nedenle kitapta ilişkilerin incelendiği bir bölüm bulunmaktadır. Genel yaklaşım ise, "Kültürel Müzik Sosyolojisi" anlayışına uygun olarak nitelendirilebilir. Bu yapı ve içerik nedeniyle kitap aynı zamanda bir ‘Müzik Kültürü’ kaynakçası olarak düşünülebilir."
Edip Günay


Related Posts with Thumbnails