Saygıyla anıyorum Neşet RUACAN hocanın Hürriyet gazetesinde
yayımlanmış bir söyleşisini zevkle paylaşıyorum…
Alıntı: Müzik söyleşileri.
NEŞET RUACAN / Caz ölüyle sohbet değildir
Türk cazının gitarlı bilgesi Neşet Ruacan, sahnede 48 yılı
geride bıraktı. Bu sürede Norveç’ten ABD’ye pek çok ülke gezdi, ünlü isimlerle
çaldı, övgüler aldı, öğrenciler yetiştirdi. Fakat henüz bir albümü
yayımlanmadı. Konserleri, gönüllü öğretmenliği ve caz misyonerliğini
sürdürüyor. “Şans meleği hep omzumdaydı, fakat mahcubiyetimin kurbanı oldu”
diyor.
İlk kez ne zaman “İyi ki Türkiye’de doğmuşum, cazı seçmişim”
dediğinizi hatırlıyor musunuz?
- İnsan ilişkilerinde incelik ve derinlik benim için önemli kavramlar.
İletişimde mecaza, nükteye, çağrışıma, çok katmanlı anlamlandırmaya önem veren
bir kültürde doğmak şans. Bunu 40’lı yaşlarımda fark ettim. Klasik Türk
Müziği’nin eski eserlerinde de görürsünüz bu derinliği. Fakat günümüzde yerini
popüler kültürün sığlığına bırakıyor. Espriler bile sığlaştı. Gençlik
yıllarımda ünlü bir avukat olan amcam Asım Ruacan yılda birkaç kez Ankara’dan
İstanbul’a gelir, birkaç gün bizde kalırdı. Yaptığı esprileri, kardeşim
Nükhet’le, o gittikten birkaç gün sonra çözebilirdik... Cazın arzu ettiğim
iletişim biçimi olduğunu da genç yaşlarda fark ettim. 25-26 yaşında, iyi geçen
konserlerden sonra akşam eve sevincimden uçarak giderdim... Cazın Amerika’daki
altın çağına da yakından tanık olmak isterdim tabii... Bunun için 1920’de Chicago
ya da New York’ta doğmam, 1950’lerde 20 yaşında bu şehirlerin caz kulüplerinde
bulunmam gerekirdi...
Gitarım elime geldi
İlk iyi caz gitarına ne zaman sahip oldunuz?
- Bu açıdan çok şanslıydım. 1967’de, kız arkadaşımla
İngiltere’ye gittik. 19 yaşındaydım. Hayalim Gibson marka gitar almaktı.
Londra’da Charing Cross Road’daki Selmer’ın vitrininde Barney Kessel model
Gibson’ı gördüm, büyülendim. Buna param yetmiyordu. Akşamları gidip vitrinde
seyrediyordum. Daha ucuzunu alıp İstanbul’a döndüm. Bir hafta sonra bir
arkadaşım telefon etti. Hilton’da sahneye çıkan bir gitarcının elindeki
enstrümanı mutlaka görmem gerektiğini söyledi. Barney Kessel model bir gitardı
bu. Sohbet sırasında kendisine çok büyük geldiğini, değiştirmek istediğini
söyledi. Kendi gitarımdan bahsettim. Ertesi gün denedi, sevdi. Gitarlarımızı
değiştirdik, üstüne para da almadı...
Müzik serüveninizde şans meleği hep omzunuzda mıydı, yoksa
bu ilk ve son ziyareti mi oldu?
- Yerini sevdi sanıyorum. Hep omzumdaydı. Ama çoğu zaman
meleğim mahcubiyetimin kurbanı oldu... Yeni girdiğim bir ortamda kendimi
yabancı hissedersem hemen ortadan kaybolurum. Dostlarım varsa yakınımda, o
zaman çok rahatımdır... Kendimi rahat hissetmediğim ortamlarda karşıma çıkan
fırsatları dikkate almam.
1964’te elinde gitarıyla konsere koşan genç Neşet Ruacan
şimdi karşınıza çıksa ona hangi tavsiyede bulunurdunuz?
- Yoluna devam et, derdim... Sigarayı bırakmasını tavsiye
ederdim. Bunun dışında söyleyebileceğim bir şey yok... Cazı öğrenmek, iyi
çalmak için elimden gelen her şeyi yaptım, yeni çıkan kitapları okudum,
ustaları dinledim, çalıştım...
Caz çalmasam böyle dingin olamazdım
Caz, kişiliğinizi ya da hayata bakışınızı etkiledi mi,
örneğin rock çalsaydınız kişiliğinizde önemli bir fark olur muydu?
- Kuşkusuz farklı bir kişiliğe sahip olurdum. Bu kadar
dingin olmazdım, kendi dünyamda mutlu olamazdım. Caz çalmak insana
karşısındakini dikkatli dinlemeyi, söz hakkına saygı duymayı ve takım oyununu
öğretir. Kişiyi demokratlaştırır. Ayrıca cazcı kendi müziğini yapar;
doğaçlamada hislerini o anda ortaya döken yegane müzikçidir. Ben hem müzikte
hem de günlük hayatımda spontanlığı severim. Herkesin spontan olabileceği bir
hayat biçimini savunurum. Caz insana yeniliklere çok hızlı uyum sağlamasını
öğretir. 17 yaşında bir genç caz topluluğunda maharetini sergileyip, yarının
sesi olabilir. Bu açıdan caz, yarına hazırlanan toplumlara, kurumlara da
kılavuzdur.
Bilgeleştirici etkisi var mı?
- Çevremdekiler beni nasıl değerlendiriyor bilmiyorum, fakat
benim için büyük ustalar hep birer ermişti. 19 yaşında, yastığımın altında
Charlie Parker’ın fotoğrafıyla uyurdum. John Coltraine, Beny Goldman birer
ermişti. Sonra ermiş olmaktan hiç hoşlanmayan Miles Davis gibiler çıktı
sahneye. Popçu gibi davrandılar, cazcılar da gökyüzünden yere indi...
Amerika yıllarında yakaladığınız en büyük fırsat neydi?
- Amerika’da Juilliard’ın kurslarında Janosky’nin öğrencisi
oldum. Jerry Bergonzi’den özel dersler aldım. Öğrenmek istediklerimi belirleyip
derslere gittiğim için her ikisi de benim için çok yararlı oldu.
Mahcubiyetimden çok fırsat kaçırdım
Amerika’da kaçırdığınız en büyük balık?
- O kadar çok balık kaçırdım ki! 18 yaşında Manhattan
Broaders topluluğundan teklif almıştım, çok küçüktüm, korktum ve gitmedim...
Salena Jones, İngiltere’ye davet etmişti. Türkiye’ye geldiğinde Gloria
Gaynor’dan teklif almıştım... Yanımda arkadaşlarım yoktu, tek başıma cesaret
edemedim...
Gitarda kendi sesinizi bulmanız ne kadar zamanınızı aldı?
- Geçmişin amatör kayıtlarını dinlediğimde 25 yaşında kendi
sesimi bulduğumu görüyorum.
40 yıl süreçte icra ve müziğe bakışınızda en büyük değişim
hangi noktalarda yaşandı?
- Hâlâ müzikte arzuladığım akışkanlığa ulaşmaya çalışıyorum.
John Coltrane gibi 7-8 notayı bir arada, tek notaymış gibi sunmak yüksek
teknik, deneyim gerektiriyor. Bunu etüd, basit arpej gibi duyurmadan yapma
çabasındayım. Bunun dışında hâlâ balad çalmayı çok seviyorum...
Yılların tecrübesi, mükemmellik arayışı sizi
emprovizasyondan besteye yöneltti mi?
- Bence beste, iyi bir ressamın tuvalde çalışmaya başlamadan
önce yaptığı eskiz gibi olmalı. Bu eskiz çok güzel sololara imkân sağlamalı.
Caz sahnede anında yaratılmalı.
Dinleyicisiz kayıtta müzik ölü doğar
Sizce iyi caz nasıl olmalı?
- 1950’lerin Art Blakey Sekizlisi, Bill Evans Üçlüsü’nü
dinlerken şunu görürsünüz: Bir melodi vardır. Bu hep birlikte çalınır, sonra
her enstrüman solo yapar. Parçaların armonik derinliği, zenginliği vardır.
Müzisyenler şablonlarla çalmaz. Eşlikte bile yeni arayışlar içindedir. İşte
buna iyi caz denir. Japon icadı bir makineyle yapılan müzik benim için caz
değildir. Çünkü caz, grup içinde bir sohbettir, makine insan gibi konuşamaz;
ölüyle sohbet caz olamaz. İnsanlar da ölü taklidi yapabilir. Örneğin dünün
müziğini aynen çalıyorsa... Pek çok cazcı evde hazırladıklarını,
ezberlediklerini çalar sahnede. Kendini açmaz. Bu da iletişimi bozar, caz
ortadan kaybolur...
Etno caz, caz rock, funk, fussion gibi akımlara ne
diyorsunuz?
- Caza farklı müzik kategorilerinden yeni dinleyici
kazandırması açısından yararlı. Fakat bu dinleyiciler cazı anlamaya çok uzak
noktalardan başlıyor. İlk tanıştığı müziği aşıp gerçek caza ulaşması zor, kimi
zaman imkânsız...
Günümüzde albüm kaydetmek, internetten yayımlamak çok kolay.
Neden bir albüm yapmadınız şimdiye kadar?
- Evde stüdyom var. Ayrıca Fatih Erkoç’un stüdyosunda da
kaydedebilirdim. Fakat ben dinleyicinin olmadığı ortamda yapılan kayıtları ölü
buluyorum. Konserde kaydedilmeli. Ne yazık ki arşivimde iyi konser kayıtlarım
yok...
Büyük orkestralar eşliğinde mi, yoksa küçük gruplarla mı
çalmayı seviyorsunuz?
- Küçük grupları tercih ediyorum. En fazla altılı olabilir.
Grup daha da büyüyünce iletişim azalıyor. Çok iyi düzenlemeler yazılması
gerekiyor.
Hayal üçlünüz?
- Standards Üçlüsü’yle (Keith Jarrett Trio) çalmak isterdim.
Çok yüksek düzeyde, yoğun bir iletişim var bu üçlüde...
Caz açısından iki önemli kurumsal girişimin içindeydiniz,
fakat her ikisi de hüsranla sona erdi. Bilgi Üniversitesi Caz Bölümü ve TRT Caz
Orkestrası Türk cazına ne kazandırdı?
- Türkiye’den kişisel çabalarla iyi cazcılar çıkıyordu.
Tıkanıklık yaşanıyordu. 1997’de Bilgi Üniversitesi’nde kurduğumuz caz bölümü bu
tıkanıklığı açtı, çok yetenekli gençler yetiştirdi. Bugün bu isimlerle gurur
duyuyoruz. 10 yıl daha devam etseydi büyük ve kalıcı bir dönüşüme yol
açabilirdi... TRT Caz Orkestrası ise önemli bir girişimdi, iyi bir örnek teşkil
etti. Ne yazık ki yeterince aktif olamadı, yurtdışında sesini duyurması için
destek sağlanmadı.
Unutamadığım iki akşam
Hrant Lusigyan’dan bu yana Türk cazının gelişimine tanık
oldunuz. Bugün uluslararası düzeyde bakıldığında Türk cazının en büyük kazanımı
nedir, gelecek adına size ne umut veriyor?
- Türk Müziği Devlet Konservatuvarı’nda yetiştirilen çok
yetenekli gençler cazda önemli arayışlara girişti. Bu bana umut veriyor, beni
sevindiriyor. Cazcı gençlerse sadece virtüöziteyle yetinmiyor, müziklerini
tanıtmak için de çaba sarfediyor. Projelerini, kariyerlerini çok iyi
planlıyorlar. Bizim kuşağımızdan daha yırtıcılar. Bu da uluslararası platformda
şanslarını artırıyor.
Sahnede tekrar yaşamak isteyeceğiniz üç akşam?
- 1975’te İstanbul’daki Şan Sineması’nda Süheyl Denizci,
Selçuk Sun, Erol Pekçan’la verdiğimiz konser... Bir de Amerika’ya gittiğimde
ünlü caz programcısı Willis Conover’ın evinde benim için parti verdiği akşam...
Gitarcı Gene Bertoncini’yle çalmıştım... Bu ikisini hiç unutamam. Bunun dışında
Nardis, Living Room gibi kulüplerde sayısız güzel akşam yaşadım. Tanıdık
mekânlarda kendimi güvende hissettiğimde, müziğin kalitesi de artıyor, mutlu
oluyorum.
70’e ulaşmadan yapmak istediğiniz neler var?
- Tek isteğim yaşamıma bugünkü gibi devam edebilmek. Yeter
ki müzik yapabileyim. TRT’de görev yaparken yurtdışında dilediğimce konser
veremiyordum. Şimdi Almanya, Polonya’yla başlayıp Avrupa’da daha fazla konser
verebileceğim. Dileğim bunun gerçekleşmesi.
(Serhan Yedig / Hürriyet)
İKİNCİ TUTKUSU DENİZ
Neşet Ruacan (64), müzisyen olmak isteyen bir piyade
albayının oğlu. Çocukluğu İstanbul’un Moda semtinde geçti. İlk çalgısı
mızıkaydı. 10 yaşında klasik gitara başladı. Özel dersler aldı. Adnan Benk,
Şadan Çaylıgil gibi Modalı entelektüellerin desteğiyle bilgisini geliştirdi.
Klasik gitarı elektro gitar izledi. 1964’te üç arkadaşıyla Vahşi Kediler
grubunu kurdu. Pop grubunun üyelerinden biri de gazeteci Arda Uskan’dı. Şerif
Yüzbaşıoğlu, Süheyl Denizci’nin dans orkestralarında çalıştı. Ayhan Yünkuş’un
etkisiyle caza yöneldi. Barney Kessel, Jimm Hall’un albümlerini analiz ederek
kendini geliştirdi. Kardeşi Nilüfer Ruacan’ı da caz şarkıcısı olması için
teşvik etti. Türkiye’ye gelen Ertha Kitt, Salena Jones gibi caz şarkıcılarına
eşlik etti. Piyanist Emin Fındıkoğlu’ya İsveç ve Norveç’teki caz kulüplerinde
çaldı. 1978’de Boston’daki Berklee’ye burslu kabul edildi. Buradaki eğitimi
yetersiz bulunca Juillard Akademisi’nde besteci Vincent Persichetti’den ders
alma umuduyla New York’a gitti. Okulun özel kurslarına katıldı. Bu arada caz
piyanisti Nilüfer Verdi’yle evlendi. 1983’te Türkiye’ye döndü. TRT Hafif Müzik
ve Caz Orkestrası’na katıldı. Türkiye’ye gelen Herbie Hancock, John Ormond,
Nathan Davies, Woody Williams gibi müzikçilerle çaldı. Oğlu Nedim Ruacan (33)
da caz davulcusu. Müzikten sonra en büyük tutkusu deniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder