MÜZİKLE TEDAVİ





Yeditepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi hastalarını müzik ile tedavi ediyor!























müzikli hayatlar.............

Sınav Kaygısı

Unutmayın!

Sınav kaygısı çocukluk yıllarında oluşmaya başlar ve zamanla etkisini gösterir. Otoriter ebeveyn tutumları, sıkı disiplin, okuldaki katı disiplin yöntemleri; olumsuz öğretmen tutumları, puanla tehdit, cezalar, sınıfta kalma korkusu, sınav kaygısının gelişmesine neden olur.

Alıntı: Müzik ve zeka gelişimi

Makamlarla Tedavi


İslam felsefecilerinden Farabi (870-950) ise bir çalışmasında makamların ruha etkisini şöyle sınıflandırmıştır:
Rast makamı: İnsana sefa (neşe, huzur) verir. 
Rehavi makamı: İnsana beka (sonsuzluk fikri) verir. 
Küçek makamı: İnsana hassasiyet (duyarlılık) verir. 
Büzürk makamı: İnsana havf (çekinme, sakınma duygusu) verir.
İsfahan makamı: İnsana hareket kabiliyeti ve güven hissi verir. 
Neva makamı: İnsana lezzet ve ferahlık verir.
Uşşak makamı: İnsana gülme “dilhek” verir.
Zirgüle makamı: İnsana uyku “nevm” verir.
Saba makamı: İnsana şecaat (cesaret, kuvvet) verir.
Buselik makamı: İnsana kuvvet verir.
Hüseyni makamı: İnsana sulh (sükunet, rahatlık) verir.
Hicaz makamı: İnsana tevazu (alçak gönüllülük ) verir.


ALINTI: Müzik ve Zeka Gelişimi

Anadolu müziğinde oryantalizm yoktur!


ARİF SAĞ / Anadolu müziğinde oryantalizm yoktur ! Serhan Yedig in yaptığı söyleşide bir çok önemli noktalara değinen Arif hocamızın felsefesini de anlamamıza yardımcı olacaktır....

"Buzuki Yunan’ın elinde harika bir çalgıdır. Ama bağlamayı buzuki ya da klasik gitar gibi çalarsanız enstrümanınıza ihanet edersiniz" diyor Arif Sağ. Yeterince olgunlaşmadan, çalgısını, müziği tanımadan ortaya çıkan gençlere fena halde kızıyor. Bu arada kendisi de sazın sapını kısaltıp, flamenkocularla konser verdiği, bağlamayı konçerto solisti yaptığı için eleştiri odağı. 2002’de İstanbul’da flamenkocu Gerardo Nunez’le vereceği konser öncesi Sağ’la buluştuk, müzikteki hassas konuları konuştuk.
Çoğunluk sizi sadece bağlamayla tanıyor. Oysa yıllarca stüdyo müzikçisiydiniz ve birçok enstrüman çalıyorsunuz. Hatta enstrümanın bulunmadığı ortamda bardaklara su koyup müzik yaptığınızı duymuştum. Çaldığınız enstrümanların listesiyle başlayalım mı röportaja?
- İyi derecede ritm aletleri çalarım. 1975’te TRT Radyosu’na kemençeci kadrosuyla girmiştim. Profesyonel düzeyde olmasa da nefesli çalgılar kullanırım. Eskiden zurna çalmaktan utanırdı insanlar, birçok sanatçının kasetinde zurna çaldım. İlginçtir, konservatuvarda zurna bölümü açtık. Öğrenci gelmedi. TV programlarında zurna çalmaya başladım. Bu çalgıyı kullanmanın ayıp olmadığını göstermek için... 1970’lerde çoban kavalı Türkiye’de bilinmezken ben çalıyordum. Bir dönem tar çaldım. Tüm enstrümanlara tutkum var. Müzik adamı olmak bunu gerektirir. Bir enstrümana takılıp kalırsanız çalgıcı olursunuz ancak. Dünya çalgılarını tanımak insanın ufkunu geliştirir.

İddiasını albümle kanıtlayacak

Şimdilerde zamanınızın çoğu dersanenizde ve stüdyonuzda geçiyor. Yayımlanmasa da, vokali bir kenara bıraktığınız, tüm çalgıları kullandığınız deneysel çalışmalar yapıyor musunuz?
- Bazı aletleri çok profesyonel çaldığım için denemeye gerek yok. (Gülüyor) 1980’lerin sonunda Erşan Başbuğ’un hazırladığı bir TV programında ekran sekize bölünmüştü ve her karede bir enstrüman çalıyordum. Kaval, davul, zurna, bağlama gibi... Şimdi sizin kastettiğiniz türde deneysel bir çalışma hazırlıyorum. Çıkış noktam şu tez: Bence Anadolu müziğinde oryantalizm yoktur. Ne zeybekte, halayda, horonda ne de Trakya havalarında. Oryantalizm arabeskle girdi. Tezimi kanıtlamak için sadece ritmlerden oluşan bir albüm hazırlıyorum.
Diğer bağlama virtüözlerinden en önemli farkınız çalgınızın yapısı üzerinde düşünmeniz, değişiklikler yapmanız. Bildiğim kadarıyla sapını kısalttınız, beş telli bağlama denediniz, penayla çalıyorsunuz. Bu değişiklikler hangi ihtiyaçlardan kaynaklandı, ne sonuçlar elde ettiniz?
- Bir çalgının, dünya enstrümanı olabilmesi için bazı koşulları yerine getirmesi gerekiyor. Standartlaşması ve enstrüman ailesine sahip olması lazım. Batı’da tek kemandan tüm sesleri çıkarmayı denemek yerine, viyola, çello, kontrbas yapmışlar. Aynı şey klarnet ve saksofon için söz konusu. Çalgılar tonalitelerine dikkat edilerek, doğru tınladıkları yere göre standartlaştırılmışlar. Bizim elimize bir bağlama verilmiş, her şeyi bununla çalmamız bekleniyor. Oysa bağlamanın iyi tınladığı bir nokta vardır. Eğer “la” akorduyla bir parça çalmanız gerekiyorsa, bağlamanızın iyi tınlayan noktası “la” karara denk düşüyorsa iyi sonuç alırsınız. Ama bağlamada birden fazla noktada “la”yı bulmak mümkün. İyi tınlamadığı noktadakini kullanırsanız, iyi sonuç alamazsınız. Bu nedenle bağlamayı tonaliteye göre çoğaltmak gerekir. Si, la, sol b ağlama gibi. Bu ihtiyacın yanı sıra gitara baktığımda standart beş telin bile yetmediğini 12 telli gitar yapıldığını gördüm. Naylon tellisi, flamenko gitarı, perdesizi yapılmış. Neden bağlamanın da böyle bir ailesi olmasın? Üç, altı, yedi tellisi gerekir; tezeneyle (pena), şelpeyle çalınanı gerekir. Kısa saplı bağlamayı icat etmedim, Anadolu’da örnekleri var. Kısa saplı bağlama yapıp, şelpe tekniğiyle çaldığımda TRT buna karşı çıktı. Yıllardır karşı. Fakat binlerce genç artık bu teknikle çalıyor. Konservatuvar öğrencileri bilir, uygular. Hocaları bilmez. Konservatuvarda dersi yoktur!

Bağlamanın sapını ben kesmedim

Yani çıkış noktanız cura, bağlama, divan sazından oluşan ailenin genişlemesi gerektiğiydi. Peki geliştirdiğiniz çalgılara patent alıyor musunuz, 50 yıl sonra “Arif Sağ Bağlaması” diye bir çalgı olacak mı?
- Divan sazı denilen şey, bağlamanın alt telinin “la”ya akord edilmiş olanı. Bu artık tarihe karıştı. Türkiye’de bulmanız mümkün değil. Bugün alt tel “re” ya da “do”dur. Cura, bağlama, divan sazı enstrüman ailesi olamaz, çünkü hepsi aynı tonda. Sadece oktav farkları var. Tek bağlamayla tüm tonlarda çalınmaz. Teli iki ses düşürmek ya da çekmek gerekir. “La”ya çekilmiş teli “sol”e düşürmek bağlamanın tınısını öldürür. Keyfi akortla standart kurulmaz. Enstrüman ailesi oluştururken dikkat etmemiz gereken şey Anadolu’nun ortak tınısını temel almaktır. Bizde “do”, “do diyez”, “si”dir bu tını. Bu tınılara göre birer çalgı yapmak da yetmez, çalgıların standartlaşması gerekir. Dünyanın herhangi bir yerinde eline bağlamayı alan standart enstrümanı çalabilmelidir. Patent meselesine gelince, halkın malı bu çalgı... Kimin malının patentini alıyorsunuz ki?
Yakın dostunuz, eğitimci Erol Aktı 19 farklı düzende çalınabilen bağlamanın ustasının elinde ses genişliğini 4.5 oktava kadar yükseltebileceğini söylüyor. Sapı kısaltılmış bağlama aynı olanağa sahip mi; Anadolu’nun tüm yörelerindeki ezgileri, örneğin bir Ege ezgisini bu enstrümanla çalmak mümkün mü?
- Ben Arif Sağ’ım; bu ülkede iyi bağlama çalanlardan biriyim; beni taklit eden binlerce kişi var; bugüne kadar bu enstrümanı kullandım ve hiçbir zorluk çekmedim... Başkası çalamıyorsa, bunu bilmem. Ben zoru, daha iyisini deniyorum. Devlet memuru zihniyetiyle yaklaşmıyorum çalgıma. Her konserden sonra tellerini değiştiriyorum örneğin... Aletiniz doğru tınlamıyorsa, yanlış frekansla çalıyorsanız zaten yaptığınız iş baştan yanlıştır. Bazı cahiller çıkıp “Arif Sağ bağlamanın sapını kesti” dedi. Bunu ben icat etmedim. Anadolu’da bağlamanın orijinali böyledir, 12 perdelidir. Çalgı şehre geldiğinde, şehirlileştirmek ve tambura benzetmek için sapını uzatmışlar. “Bağlama düzeni”ne alternatif “bozuk düzen”i geliştirmişler. Kısa saplı bağlamayla neden Ege türküsü çalınmasın? Ege’de, Toroslar’da bağlama düzeniyle çalınır. Talip Özkan, Fethiyeli Topal Ramazan vardır... Ayrıca, kemanın da sapı kısadır, öyle değil mi?

Anadolu keşfetti, gitarcılar taklit etti

Edirne’den Erzurum’a tüm yörelerin ezgileri ilginizi çekiyor mu, repertuarınızda yer veriyor musunuz?
- Ben yöre sanatçısı değilim ki. 20 yıl TRT’de çalıştım, tüm yörelerin türkülerini çaldım. Türk Folklor Kurumu’nun yöneticilerindenim. Halk oyunlarını iyi bilirim. Enstrümanıma bir kültür ögesi olarak yaklaşırım. Bana kimse “Falan yörenin parçası şu düzenle, filan yörenin parçası şu düzenle çalınır” demesin. Bu anti müzikal bir söylem. Enstrümanını iyi çalan, tüm yöreleri rahatlıkla çalar.
Enstrümanın yapısındaki değişikliklerin yanı sıra bir de çalma tekniğinde farklı yöntemler kullanıyorsunuz. Gitarcı Egberto Gismonti’de gördüğümüz teknikle perdelerin (sapın) üstündeki elinizi, diğeri gibi kullanıyorsunuz. Yani bağlamayı piyano gibi çalabiliyorsunuz. Şelpe tekniği dediğiniz şey bu mu?
- Evet bu teknik. Anadolu’dan çıkmıştır. Gitarcılar da Anadolu’dan almıştır. Geçmişi Ortaasya’ya Türkmenistan’a, Özbekistan’a kadar uzanır. Anadolu’da bağlama tel ve perdeler üzerinde vurarak çalınıyordu. Fakat mi perdesinin altına inilmiyordu. Benim, öğrencim Erdal Erzincan’ın, Erol Parlak’ın ve birçok genç bağlamacının yaptığı “mi” sesinin de altına inip çalgının tüm noktalarını kullanmaktı. Geleneği zedelememeye özen gösterdik. Halk müziği sevenler dinlerken rahatsız olmadı. Rahatsızlık hissetseydim zaten vazgeçerdim. Sadece kendini Türk Halk Müziği otoritesi kabul eden, kendini yenileyemeyen bazı kişiler rahatsızlık hissetti!
1996’da Cumhuriyet’te yayımlanan bir röportajda “buzuki tekniğiyle çalınması bağlamanın geleceği için ciddi bir tehlikedir” demişsiniz. Nedir bu teknik ve tehlikesi?
- Buzuki Yunanlılar’ın elinde harika bir çalgıdır. Ama bağlamayı buzuki ya da klasik gitar gibi çalarsanız enstrümanınıza ihanet edersiniz. Buzukici ve gitarcı enstrümanını en iyi şekilde çalmak için çaba sarfediyor. Bizimkiler bağlamayı daha iyi çalmaya çalışmak yerine onları taklit ediyor. Piccolo flüt yerine piccolo flütü taklit eden bir neyzen ya da tumbacı yerine tumbacıyı taklit eden bir koltuk davulcuyu dinlemek ister miydiniz? Bana mantı ikram ediyorsanız üstüne sarmısaklı yoğurt ve eritilmiş tereyağ dökmenizi tercih ederim. Ballı yoğurt dökerseniz midem kaldırmaz...

Gençlere neden kızgın?

Enstrümanın yapısı ya da yorum tekniğinde yapmayı hayal ettiğiniz başka değişiklikler var mı?
- Bir enstrümanı iyi çalmak marifet değil. Ekol yaratmak, öğrenciler yetiştirmek, birikimi tarihe maletmek önemli. Çalgını dünya çapına taşımak zorundasın. Bugün binlerce genç şelpe tekniğiyle çalıyor. Çok iyi çalan öğrencilerim var. Yarın gençler beni teknik olarak aşacak, beni hayrete düşürecekler. Arkalarından süpürge toplayacağım. Sanat ancak böyle gelişir. Sanatçı şunu bilmeli: Bir gün yetiştirdiklerim beni aşacak ve ben onları hayretle seyredeceğim. “Benimle başladı, benimle biter” düşüncesinden, egoizmden kurtulmak gerekir. Özetle söylemek gerekirse, gençlerin bu birikimi daha ileri taşımasını bekliyorum.
Yenilikçi olduğunu iddia eden bazı gençleri çok sert eleştirdiğinize defalarca tanık olduk. Sizce gençler ne yapmalı; ya da neyi eksik yapıyorlar?
- Biliyor musunuz, Hindistan’da bir gencin tablacı olabilmesi için 50 yaşına yaklaşması, en az 30 yıl çalabilmesi gerekiyor. 30 yıldan sonra “bu genç tabla çalabilir artık” diyorlar. Sanatta tecrübeye saygı esastır. İki yıldır kaval üzerinde bazı değişiklikler yapmaya çalışıyorum. Defalarca kaval, ney çalan arkadaşlarıma gittim, fikirlerini sordum. “Ben yaptım oldu” diyebilirdim. Muharrem Ertaş’ı ne zaman duysam beni ter basar. Muhteşemliği karşısında korkarım. Beceriksiz gençler Ertaş’ın türküsünü alıp mahvediyor. Sonra da “ben bu türküyü yorumladım” diyor. “Yorum” varolanın üzerine bir şeyler ilave etme kabiliyetidir; varolanı değiştirmek ve bozmak değil. İşte sahtekarlık burada başlıyor. Türküler kimsenin malı değil, herkes söyleyecek. Ama gençlerden rica ediyorum, bir bilene danışsınlar.
“Bağlama Konçertosu” projeniz geniş yankı uyandırmıştı. Fikir kimden çıktı, bu tecrübe müziğe bakışınızı nasıl değiştirdi?
- 1970’lerde yaylılarla bu tür denemeler yapmıştım. Köln Filarmoni’yle daha geniş kapsamlı bir çalışma yaptık. Fikir bana aitti. Büyük bölümünü ben, bir bölümünü Erdal Erzincan ve Erol Parlak besteledi. Cengiz Özdemir orkestraya uyarladı. Müziğimizi evrensel platforma senfonik formda ya da cazla taşıyabileceğimize inanıyorum. Popüler müzik gelip geçicidir.

Flamenko yabancı değil
Son dönemde en önemsediğiniz proje Binyılın Türküsü’ydü. Sizce bu projenin yarına yönelik mesajı nedir?
- Anadolu’daki kültürel mozaik vurgulandı. Bu arada Anadolu’nun ana enstrümanı bağlamaya dikkat çekildi. AB’ye giriş sürecinde cebinde parası bulunmasa da Türkiye’nin köklü bir kültüre sahip olduğu bir kez daha hatırlatıldı.
Flamenko ne zaman ilgi alanınıza girdi?
- 1970’lerden bu yana flamenko dinlerim. Paco De Lucia’yı çok severim örneğin. Flamenkoyu yaratanlar Asyalı çingeneler. Gitarı da Avrupa’ya onlar götürmüş. Makamsal özellikleri var. Bu nedenle ortak sesler, duyarlılıklar bulmak zor değil. İki yıl önce Hollandalı bir prodüktörün önerisi üzerine flamenkocu Tomatito ile Hollanda ve Belçika’da 12 konser vermiştim. Emprovize ağırlıklı bir projeydi. İlk buluşmada ortak ses yaratabildik, herkes çok şaşırdı. Çünkü Tomatito aslında Muharrem Ertaş ya da Hacı Taşan ruhuna sahip bir müzikçiydi.
Gerardo Nunez’le İstanbul’da vereceğiniz konser bir önceki buluşmanın açtığı yoldan mı geçecek?
- Bu konseri iki ayrı kültürden virtüözün buluşması şeklinde değerlendirmek gerekir. Nunez flamenko çalacak, ben Türk Halk Müziği. Sonra birlikte emprovize yapacağız. Vokal konser yapmayacağız. Enstrümanlar ön plana çıkacak.
(Serhan Yedig / İş Müzik Kasım 2002)

ÇANAKKALE TÜRKÜSÜ EMANETTİR BİZE!

Gençlere çocuklara emanet edilen bu değer, bir tek ses kalana kadar tınlayacağının kanıtı aşağıda ki videodadır. Emeği geçen tüm herkese gurur duyuyor ve aşağıda Çanakkale içinde türküsünün en güzel yorumunu sizlerle paylaşıyorum...

"İlk şiirimi Atatürk için yazdım" diyen kim?


1956 YILINDAN BİR AŞIK VEYSEL RÖPORTAJI İLE ÇOK GÜZEL AYRINTILAR ANLATILIYOR. YAZIM HATALARI YOKTUR, ŞİVENİN DATLILIĞI VARDIR BU YAZIDA...

Saz çalıp para kazanmak için şehir şehir gezen Aşık Veysel 'in yolu 1956'da Dinar'a düşmüştü. Dört günde dört konser verdi. Bu konserlerden birinde şair Nedred Gürcan’la yaptığı sohbet diktafona kaydedildi. Konuşmanın bir bölümü yine şair Nedret Gürcan tarafından Dinar’da 1954-57 yılları arasında yayımlanan Şairler Yaprağı dergisinde yer aldı. İşte bu konuşmada Aşık Veysel, sonraki yıllarda adı kullanılarak üretilen pek çok hurafeyi aydınlığa kavuşturuyor.


Çok çok teşekkür ederiz üstad. Eksik olmayın. Gerek ben Nedret Gürcan, gerek ortaokul müdür muavini Reşat Ünsal size çok çok teşekkür ediyoruz ziyaretiniz için. Şimdi Dinar Belediye Reisi'nin yanına kadar gidelim. Kendisi bekliyor."
- Sağolun. (Aşık Veysel'in sesi)
Memleketimizin yegane halk saz şairi, kıymetli üstad Aşık Veysel Şatıroğlu gözlerini kaybettikten sonra saz çalmaya başlamış fakat şairliğini ancak Cumhuriyet'in onuncu yıldönümünde göstermiştir. Bize söylediğine göre, ilk şiirini Cumhuriyet'in onuncu yıldönümünde Atatürk için yazmıştır. Kendisinden Atatürk'e ait bir hatırası olup olmadığını sorduğumuz kıymetli aşık bize çok güzel bir hikayesini anlattı. Ne yazık ki büyük Atatürk'ü bu büyük sanatkar hiç görememiş fakat hemen hemen gördü gibi bir şey olmuş. Şimdi bu hikayeyi kendi ağzından dinliyoruz. Buyrun üstad... (Bundan sonra sözü Aşık Veysel alıyor)
Onuncu yıldönümünde bizim nahiyede Ali Rıza isminde bir müdür varıdı. "Onuncu yıldönümüne bir şiir veya destan hazırla" diye bana beş-on gün evvel haber vermişti. İşte biz de o zamanlar bir destan hazırladık, nahiyeye gittik. İlk defa da orada okudum. Destan da şu idi. Baştan bir kıtasını okuyayım: “Atatürktür Türkiyenin ihyası / Kurtardı vetanı düşmanımızdan / Canını bu yolda eyledi feda / Biz dahi geçelim öz canımızdan.”
İşte bu destanı orada okudum. Nahiye müdürü yazdı, aldı Ankara'ya gönderirim diye. Bekledik. Geldi, gelecek, Atatürk duyar, bizi ister falan bir ümitle hayli bir zaman bekledik. Nihayet, kara kışın içinde, evvelki arkadaşım İbrahim vardı, Angara'ya kadar gidelim dedik. Yaya olarak düştük yollara. Akdağ madeninden, Yozgat köylerinden, Alacanın köylerinden, Sungurlu ve köylerinden, efendim, Çangırı'nın bazı köylerinden, Çıbık'tan hasılı üç ayda Angara'ya gelebildik. Çünkü kış, yaya...

Bize yetirmedikçe kendisi de yemez

Ankara'ya geldik. Misafir olacah bir yerimiz yoh. Cebimizde para yoh. Kendimize güvenemiyoruk otelde şurda burda yatmak için... Biz ne yaparız filan... Orda burda dert yanar iken, dediler Erzurumlu Paşo dayı var. O adam müsafiperverdir, sizleri misafir eder dediler. Sora sora o adamı bulduh. Hakigaten adam da misasirperver bir adamıdı. Allah rahmet eylesin. Bizi seve seve misafir etti. Birkaç gün orda kaldıktan sonra, orda kahveler vardı. Kahvelerde çalıp söylüyoruz... Orda Alaca'nın (burası anlaşılmıyor) Köyü'nden bir Hasan Efendi isminde, Allah rahmet eylesin, orda vaktiyle gelmiş ev yapmış. İki tane arabası var. Arabalar çalışıyor. Ordan bizi gordü, misafir etti. Neyse orda kendi evinden bize bir oda ayırdı. Yatah verdi. Gece geliriz, gundüz geliriz yatahlarımız hazırlanmış bayaa evimiz gibi. Yemeklerimiz hazırlanmış. Bize yemea yedirmeyince yamaz.

Halk şairiyiz Atatürk’ü görmek istiyoruz

Dedim Hasan Efendi biz buraya yeyip içmek için gelmedik. Bizim maksedimiz var. "Neymiş" diye sordu adamcaağaz. Dedim böyle bir destanım var, bunu Atatürk'e duyurmak maksediyle geldim. Tanıdığımız yok, yolunu bulamıyoruz. Dedi, "vallahi ben işçi bir adamım böyle şeylerle alakamız yok. Ama burda bir milletvekili var, gidelim ona danışalım da o ne türlü yol gösterirse gidelim oğa gore iş tutalım" dedi. Gittik adama. "Ne istiyorsunuz" dedi. Valla halk şaeriyiz, Atatürk'ü görmek istiyoruz dedik. "Bırak canım" dedi, "siz kıyıda köşede çalın çağırın, geçin gidin beş-on para kazanabiliyorsanız" dedi. "Halk şaerine, şuna buna ehemmiyet veren yok" dedi. "Hayır öyle değil, bizim şöyle bir destanımız var, bunu okuyalım da onun için onu duyuracağız" dedik. "Söyle bakalım" dedi. Aynen destanı baştan ayağe kadar okudum. "Güzel" dedi. "Çok iyi yazmışsın ve iyi düşünmüşsün" dedi. "Bunu" dedi, "Hakimiyeti Milli Metbaası'na abimiz (anlaşılmıyor) Bey'i goriyim de" dedi. "Yarın saat sekizde bir cevap veririm". Gittik.

Tel alacaksan bunu bir yere oturt

Sabahsı saat sekizde geldik. Adam gine "yok" dedi, "ben böyle şeye karışmam" dedi. "Gedin ne yaparsanız yapın. Ben öyle şeyleri bilmem" dedi. Eeeee ümidimiz kesildi. İbraem'e dedim, "haydi gidek yahu, madem metbaa bunu basarmış, kendimiz gidek bir görünek bakalım nasıl olur". Ordan indik Bent Deresi'nden Karaoğlan Çarşısı'na gireceğimiz zaman polisler bizi yakaladı. Ayağımızda çarıh, bacağımız şalvar, üstümüzde şal ceket, belimizde guşak, perişan bir vaziyette. "Girmen çarşıya" dedi. "Yahu biz dilenecek değiliz, bizim başka işimiz var!". "Hayır" dedi, olmaz giremezsiniz" dedi. E başka türlü bir şey diyemedik, "girmeyek" dedik. Birez geri döner gibi ettik, polisi sapıtmış gibi olduk goya. Polis bizi takip edermiş. Gine ileriye devam ettik, polis geriden geldi, İbraam'ın yakasından tuttu, "beynini patladırım girme diyorum" dedi. "Beyefendi tel alacağız" filan... "Tel alacaksan bunu bi yere oturt" dedi, "git telini al gel!" dedi.

Atatürk’ün başı kalabalıktı

İbraam beni bi kahveye oturttu. Gitti teli aldı geldi. Gittik sazı telledik düzenledik. Bu dış kapı tarafından dolandık, çarşıdan gidemiyoruz. Gittik metbaayi bulduk. Vardık. "Ne istiyorsunuz" dediler. "Ağa Gunduz Bey'i  goreceğiz" dedik. Neyse haber verdiler, geldi. "Ne istiyorsunuz" dedi. "Valla böyle böyle bir destan hazırladık, bunu metbaaya vereceğiz" dedik. "Okun bakiyim" dedi. Okudum. "Güzel" dedi!
Hemen fotoğraflarımız aldılar. Destanı yazdılar. Orda telif hakkı 8 lira bir para verdiler bize. O zaman için gıymetli. Sabahleyin gelin gazetenizden gazete alın dediler. Sabahlayın vardık beş-altı tane gazete verdiler. Aldık, çarşıya çıktık. Polisler "Ooo Veysel Efendi, siz misiniz Aşık Veysel? Efendim kahvelere girin oturun istirahat edin, ayak üzeri dolaşman filan filan iltifat başladı." Onun üzerine bir müddet gezdik. Gece gezdik, gundüz gezdik. Bazı tanıyanlar oldu. Evlerine gotürdüler. Saet bire gader, ikiye gader geliriz gideriz ne polis ne de şey hiç kimse müdahale etmedi. Hatta ellerinden gelen yardımı esirgemediler. Eeee, dinledik hiçbir ses-sade yok. Atatürk okuyacak da, bizi çağıracak... O zaman da başının kalabalık zamanıydı. Şu Rıza Pehlevi geliyordu, o esnada.

Belediyenin parası tükenmiş, size kalmamış

Neyse koye gitmek istedik. Bi avukatın birisi dedi ki "yahu ben bir istida yazayım belediyeye gotürün meccanen gidin" dedi. "Niye para veresiniz" dedi. Yazdı. Belediyeye çıktık. Belediye istidaye baktı. "Siz nasıl gelebildinizse öyle gidersiniz, siz sanatker adamsınız" dedi. Geri geldik. Avukat sordu "ne yaptınız" dedi. "Mesele böyle" dedik. "Dur bir de valiye yazalım" dedi. Valiye yazdı. Götürdük vali imza etti. Gine belediyeye gotüreceğiz. Belediyeye gotürdük. Belediye gine reddetti. Ama giderken vali yardımcısı "gabul etmezse bana getirin" dedi. Muavine getirdik tekrar. Adamcağız içerledi. "Bırakın baba" dedi. "Herhalda Angara Belediyesi'nin parası tukenmiş, sizin için parası yok" dedi. Çıktık. Orda donelim monelim derken adam "bir de şeye uğriyah" dedi, halkevine. Belki ordan bir yardım olur felan. Halkevine gittik, halkevinde içeri girecaz kapıcılar bırakmıyor. Ordan bir adam çıktı. "Ne dolanıyorsunuz burda" dedi. "Halkevine gireceğiz kapıcılar koymuyor" dedik. "Yahu bunları bırakın bunlar tanınmış adam. Aşık Veyseldir" dedi. Geçsin edebiyat şube reisi elakeder olsun. Gotürün gosterin" dedi.

50 lira verdiler döndük köyee

Adamlar bizi gotürdüler. Gaziantepli İshak (anlaşılmıyor) Bey vardı. Edebiyat şube reisi oymuş. Bizi gorünce "Ooo buyrun buyrun buyrun", bir iltifat hürmet. Sordu, sual etti, yazdı hangi şairlerden birisin... Duyduğu şiirleri yazdı gaydetti. Dairalar dağılıyor, saat 6 oldu. Orda İzzet Ünlü Bey vardı, Afyonkarahisar milletvekili. Sonra Necip Ali Bey vardı. Bir Denizlili. Umum halkevlerinin reisiydi o zamanlar. Onlar giderken, "buyrun beyler halk şaerleri gelmiş, biraz dinleyelim" dedi. Başımızı sardılar, toplandılar. Çaldık söyledik. Necip Ali Bey dedi ki "yahu bunlar perişan adamlar, bunlara bakmalı, birer kat elbise yaptırın" dedi. Kereme yaptırın (anlaşılmıyor) gozden çıkarman dedi. Yani ikimize yaptırın. Neyse, "pazar gunu de" dedi, "halke bir konser tertib edin bir konser versinler" dedi. Pazar gunüne elbiseleri hazırmışlar. Gittik giyindik. Orda bir konser verdik. 50 lira verdiler ordan döndük köyee.

Atatürk radyoda duyup telefon etmiş

Sonra dolandık İstanbul'a vardık. İstanbul'da, daha Angara'da radyo açılmamıştı, radyo evinde söylerken, Atatürk rahmetlik, Dolmabahçe Sarayı'nda içermiş. Duymuş. Biz çıktık (kesintiler) telefon etmiş radyo evine. Bizi de bir Arapkirli bir Mehmet Efendi isimli birisi, Kuledibi'nde kapıcıymış, bizi aldı oraya gotürdü. Orda çalıp eğleniyoruz. Radyo evinden cevap vermişler ki, "Çıktılar edreslerini bilmiyoruz". Emniyet müdürlüğüne telefon etmişler. Polisler 12'ye kadar İstanbul'u alt üst etmiş, aramış daramış bulamamışlar. Sabahleyin geldik. Cemil Bey "yahu akşam nerdeydiniz bir fırsat kaçırdık ki"... "Hayrola neymiş" dedik. "Böyle böyle oldu, nerdeydeniz" dedi. Eee tabii müteessir olduk ama "iş elde çıktı, ne yapalım ya" dedik. "Valla ben bir mektup yazayım Yaver Şükrü Bey'e" dedi. "Gidin doğrulun doğru Dolmabahçe sarayına kadar" dedi. Yazdı, mektubu aldık, sazı aldık, haydi bakalım Dolmabahçe Sarayı'na. Vardık gapıya dayandık. Polisler "ne o" dediler, "böyle böyle olmuş" dedik. Komiser dedi ki "evet evet bırakın geçsinler akşam (anlaşılmıyor) Atatürk" dedi. Geçtik içeriye. Vardık, Yaver Şükrü Bey'e haber verdiler, geldi. Mektübü verdik. Açtı okudu. "Ne yapayım şansınız tutmadı" dedi. "Akşem o gadar arattım saat 12'ye kadar" dedi. "Fakat bulduramadım" dedi. "Malum bu bir keyf zamanıdır" dedi. "O zaman çok iyi, hakkınızda hayırlıydı" dedi. "Fakat şimdi söylenmez ve ben söyleyemem" dedi.
(Nedred Gürcan / Şairler Yaprağı Dergisi / 1956)

Müzik Sosyolojisi - Edip Günay


Sevgili Hocam Edip GÜNAY'ın eserini gururla paylaşıyorum. Her müzisyenin baş ucu kitabı olacak bu eseri herkesin edinmesini tavsiye eder, Edip Hocamı rahmetle anıyorum...
Müzik Sosyolojisi Edip GünayBağlam Yayınları: 0212 243 17 27
"Müzik Sosyolojisi; doğayı göz ardı etmeksizin insan kültürü içinde bireylerin, sosyal grupların ve kuruluşların etkileşimlerinden oluşan gerçekleri müzikle ilişkili olarak araştıran denemelerden edinilmiş kuramsal bilgiler ile bu deneyimlerden yararlanılarak sistematikleştirilmiş bilgilerden oluşan bir çalışma alanıdır. Diğer bilim ve sanat alanlarında olduğu gibi, sosyoloji ve müzik sosyolojisi de kültürün diğer kurumları ile etkileşimdedir. Bu nedenle kitapta ilişkilerin incelendiği bir bölüm bulunmaktadır. Genel yaklaşım ise, "Kültürel Müzik Sosyolojisi" anlayışına uygun olarak nitelendirilebilir. Bu yapı ve içerik nedeniyle kitap aynı zamanda bir ‘Müzik Kültürü’ kaynakçası olarak düşünülebilir."
Edip Günay


Related Posts with Thumbnails