Blue Note nedir?

Blue note için bir çok farklı söylemler olmasına rağmen, söylenenlerin arasında ki tek ortak nokta majör ve minör arasında ki ayrımı oluşturmaktan öte komalı bir yaklaşımla "hüznü hissettirmek ve hüznü yaratmak" olarak anlaşılıyor. Bu blue note u duyurmak, doğru yerde ve zamanda olmalı ve enstürmanistin ustalığı, melodik zekasını ortaya koyan durumdur.

Bu konuyla ilgili nette yayımlanmış bazı bilgiler şöyle:
1- Hokus pokus My Gitar:

Afrikadan Amerika'ya getiriliyor köleler. Bu sırada tabi ciddi bir misyoner faaliyet sonrası hristiyanlaştırma çabası var zenci halkı. Bunun için kilise müziğini de öğretiyorlar zencilere. Kilise müzikleri arasında en basit, major ezgili ve 1-5 gibi temel kadansların olduğu parçaları öğretiyorlar ilk başta. bu parçalar majör yapılarından dolayı neşeli eserler, ancak zenci halk ezilmiş, yerinden kopartılmış ve bilmediği bir yere yerleştirilmiş, aşağılanmış... Bu olumsuz şartlarda neşeli bir eseri aynı neşeli hissiyatla söyleyemiyor tabi. Buna Durul Gence şu örneği vermişti. "neşeliyken 'anne!' diye bağırdınız mesela, sesiniz dinç ve gür çıkar, sona doğru tizleşir sanki ancak zor bir anınızda 'anne!' dediğinizde, sönük, sona doğru ise neşeliyken söylediğinizden birkaç koma altta, sanki mırıldanır gibi söylersiniz"

İşte blue note (blue sözcüğü amerikan kültüründe hüzünlü gibi anlamlarda da kullanılır zaten) o majör parçadaki majör hissiyatı veren notaları, zencilerin o mutsuzlukta tam söyleyemeyip, birkaç koma alttan sanki içi acır gibi söylemeleri sonucu oluşmuş. Majör parçada minör hissiyata yönlendirici olan ve genellikle komalı olan her ses blue note olarak adlandırılır. Majör bir parçada, ağlar gibi bir ifade yaratan, o neşeli havayı bozan seslerdir mavi notalar.
Akın Eldes'in pinhani grubunun gözler anlatır adlı parçasının sonlarına doğru, parça la majör olmasına rağmen inatla çaldığı hafif komalı bir fa sesi, son zamanlarda duyduğum en hissiyatlı ve güçlü mavi notalardandır bu arada. Bir dinleyin derim. O neşeli havayı çok güçlü bir şekilde yırtmış.
2- Doğal nota ile bemol arasındaki seslere blue note- türkçeleştirirsek mavi nota- denir.
 (arsmagna, 23.03.2007 22:39)
3- Dünyaca üne sahip jazz mekanının adıdır new yorkta.
 (daisy, 30.03.2007 00:59)
4- Majör ve minör arasında karar verememiş dizilerin çeyrek sesleridir. blue (yani mavi) mecazi olarak hüzün anlamında da kullanıldığından, hüzünlü nota anlamına da gelebilir. neşeli ve çoşkulu bir majör gamında blue note kullanılarak daha hüzünlü bir ezgi ve dolayısıyla blues elde edilebilir.
5- Şimdi ismini hatırlayamadığım bir üstadın teorisine göre beyaz misyonerler siyahlara kilise şarkıları öğretmeye çalışırken; siyahların bu coşkulu majör şarkıları, esaretin verdiği hüzünle, istemeden minöre yaklaşarak söylemeleri sonucu ortaya çıkmıştır.
 (pecos kid, 25.05.2008 04:38)
 6-Plak sirketi.
7- Blue 2 anlamlıdır,biri mavi renk, diğeri ise hüzün! Bundan anlayacağınız gibi "hüzünlü nota"blues da çok rastlanır.
TSM deki koma sistemini anımsayın! Ama batı müziğinde bu sistem olmadığından, gereksinim bu yolla sağlanmıştır. Nasıl olduğuna gelince; major bir tonda; gamın 3. notası kromatik olarak bemole yakın çalınır! Piyano ya da klavyede gamın 2.sesi 3. ses ile çarptırılarak, gitar yada nefesli sazda ise 2. ses "bend" yapılarak sağlanır. Minor tonda ise gamın 5. sesi üzerinde yapılır. (Bülent Aksu)
8- Çınarcıkta bir kafe :) Müzik merkezi...

GIYA KANCHELI En büyük trajedi müzik yazmaktır




Giya Kancheli, son 10 yılda Avrupa ve Amerika’da adından en çok bahsedilen çağdaş bestecilerden biri. Yedi senfonisi, requem ve operalarıyla tanınan Gürcü sanatçının Türkiye’yle ilişkisi 1991’de talihsiz bir olayla başladı, bu şekilde devam etti. İlk gelişinde Düzce’de korkunç bir trafik kazası geçirip bir hafta Taksim İlkyardım Hastanesi’nde yatmış, İstanbul’dan ambulans uçakla ayrılmıştı. 2012 İstanbul Müzik Festivali’nin açılışında genç çellist Benyamin Sönmez’in kemancı Gidon Kremer’le seslendireceği bir eser yazıyordu. Fakat Sönmez 28 yaşında, kalp krizinden hayata veda etti. Kancheli, Sönmez’e ithaf ettiği “Lingering”in dünya prömiyerine katılmak ve Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü almak üzere 2012 Haziranı’nda İstanbul’a geldi.

 1991 yılı Gürcistan için dönüm noktasıydı. Referandumda halk Sovyet yönetimine karşı bağımsızlığı seçmiş, ayrılıkçı lider Zveid Gamsahurda cumhurbaşkanlığına atanmış, eski rejimin temsilcileri başkaldırmıştı. Ülke hızla kaosa sürükleniyordu...
Kancheli 56 yaşında, şöhreti Amerika’ya kadar ulaşmış bir besteciydi. Rustaveli Tiyatrosu’nun sanat yönetmenliğini yürütüyor, konservatuvarda kompozisyon dersleri veriyordu. Dördüncü senfonisinin dünya prömiyeri 1978’de Philadelphia Orkestrası’nca yapılmıştı. Dünyanın önde gelen kurumlarından beste siparişi alıyordu. Sovyetler’de de takdir görmüştü. 1974’te “Michelangelo’nun Anısına” başlıklı dördüncü senfonisi, 1989’da faşizmin kurbanları anısına yazdığı “Rüzgarın Yası” başlıklı senfonik eseri ödüllendirilmişti. Ve bu kritik süreçte, dünyaya gittikçe kapanan Gürcistan’da sıkışıp kalmıştı.
Berlin'e gidiyordu

O günlerde Alman Akademik Değişim Programı’ndan (DAAD) bir yıllık davet aldı. Bu, Gürcistan’dan çıkıp özgür çalışma ortamına kavuşmasını, gerçek anlamda dünyaya açılmasını sağlayacak bir fırsattı. Önemli eşyalarını otomobiline yükleyip, 26 Mayıs’ta Tiflis’ten Berlin’e gitmek üzere oğlu Sandro’yla yola çıktı. Türkiye sınırını sorunsuz geçtiler. Ertesi gün Düzce’ye vardılar...
Telefonda o günü anlatan Sandro Kanchelli, tüm detayları net bir şekilde hatırlıyor...
“Rustaveli Tiyatrosu, 29 Mayıs-2 Haziran arasında İstanbul Tiyatro Festivali’nde sahneye çıkacaktı. Yolculuğu bilinçli olarak bu tarihe denk getirmiştik. Almanya’da uzun süre kalacağımız için babam otomobille gitmemizi uygun görmüştü. İstanbul’a uğrayıp ekibe eşlik edecek, sonra yolumuza devam edecektik. Hava yağmurluydu. Otomobili babam kullanıyordu. Sert bir virajın ardından karşımıza geçit çıktı. Babam direksiyon hakimiyetini kaybetti. Savrulup takla atarak yoldan çıktık. Gözümüzü Düzce Devlet Hastanesi’nde açtık.”
Giya Kancheli’nin durumu ağırdı. Sandro ise hafif yaralarla kurtulmuştu. Bestecinin tedavisi için gereken uzman, ekipman yoktu hastanede.
“Festivali düzenleyen İKSV yetkilileri hemen devreye girdi. Babam Taksim Devlet Hastanesi’ne nakledildi. Bacağı kırılmıştı, kritik birkaç noktada sorun vardı. Bir hafta hastanede yattıktan sonra Berlin’e nakledildi. İKSV’nin girişimi olmasaydı Düzce’de kaderimizle başbaşa kalacaktık. Bu açıdan şükran borçluyuz. İlk İstanbul ziyaretinden babamın aklında kalan tek ayrıntı ambulanstan gördüğü gökyüzü ve hastane penceresi izlenimleri...”
ECM’le şansı açıldı

Berlin, Kancheli için gerçekten dönüm noktası oldu. Ailesiyle Almanya’ya yerleşti. Cazdan klasiğe çağdaş müzik alanında uzmanlaşan prestijli Alman plak firması ECM’le anlaşma yaptı. Eserleri Gidon Kremer, MistislavRostropoviç, Kim Kashkasian, Kronos Quartet gibi ünlü yorumculardan dünyaya ulaştı. Birbiri ardına yayımlanan sekiz albümden sonra Kancheli’nin ismi Arvo Part, Krzysztof Penderecki, John Tavener, Henryk Gorecki, Alfred Schnittke gibi bestecilerle anılmaya başladı.
Kancheli’ye göre bestecilik her şeyden önce “tanrı vergisi” bir yetenek. Eserlerindeki alametifarikası dini temalar, hüzün, ağır tempolar, kimi zaman aniden kesilen uzun cümleler, müziği tamamlayan sessizlikler. Buna karşın “müzik öncelikle dinleyiciyi şaşırtmalı, hayrete düşürmelidir” diyor. Senfoni yazmayı yıllar önce bıraksa da senfonik eser bestelemeyi sürdürüyor. 1995’ten bu yana Belçika’nın Antwerp kentinde yaşıyor. Sadece Rusça ve Gürcüce bildiği için oğlu ve kızının tercümanlığıyla dünyayla bağlantı kuruyor. Bu nedenle basına nadiren röportaj veriyor, bunlarda da çoğu zaman karamizah ön plana çıkıyor. 15 yıldır Flaman Kraliyet Filarmoni Orkestrası’nın kadrolu bestecisi. Hayatını bir mucizeler zinciri olarak değerlendirse de, bugün geldiği noktanın sevincini yaşamak yerine insan olmanın acısıyla yetiniyor... “Beste yaparken eğlenenlere çok imreniyorum, benim için müzik yazmak en büyük trajedi” diyor...
10 Ağustos’ta 77’inci yaşını karşılamaya hazırlanan Kancheli bir doktorun oğlu. Babası İkinci Dünya Savaşı’nın ilk günlerinde cepheye gittiğinde o altı yaşındaymış. Döndüğünde ise 12. Bu sürede annesi, çocuklarıyla büyük bir yoksulluk yaşamış. Bestecinin yegane çocukluk anısı yuvada kız ve erkeklerin ortak kullandığı tuvaletler, binanın eski tahta merdivenleri. Birkaç yıl önce yazdığı “Değerler Sistemi” adlı uzun makalesinde, 17 yaşına kadar yurtsever, ateist olarak yetiştirildiğini, Stalin’in ölümüyle birlikte yaşanan değişim sürecinde kişisel değerler sistemi açısından “tektatonik kayma” ve “iç patlamalar” yaşadığını anlatıyor.
Caz sever jeolog

Müzikle tanışmasını komşunun sanatsever hanımına borçlu. “Bütün gün mahallede futbol oynayan çocukları bir gün etrafına topladı. Ailemize, bizi operaya götüreceğini söyledi. Bunun karşılığında tek koşulu ailemizin bizlere Puşkin’in romanını okutmaları, konusunu ona anlatmamızı sağlamalarıydı. Eugene Onegin operasını izledik hep birlikte. Dönüş yolunda bu hanım troleybüsün altında kaldı. Hep birlikte hastaneye koştuk. Bu travmayla uzun yıllar operaya gitmedim.”
Evdeki radyoda çalan Beethoven, Bach, Mozart’a çocukluğunda itibar etmedi. Bunun yerine Amerikan savaş haberleri filmlerindeki müziğe aşık oldu. Önce Glenn Miller Orkestrası’na, ardından Duke Ellington, Ella Fitzgerald, Stan Kenton, Erroll Gardner ve Oscar Peterson’a... Okulda Bach, Rahmaninov çalmaya çalışırken bile aklında cazcılar vardı.
Konservatuvar sınavlarında başarılı olamayınca kendisini Tiflis Üniversitesi Jeoloji Fakültesi’nde buldu. Fakat konservatuvara girip, klasik müzik eğitiminden sonra cazcı olmaya kararlıydı. Özel armoni, müzik kuramı dersleri aldı. Sınavları kazandı. Büyük çabayla girdiği Tiflis Konservatuvarı onun için kısa sürede hayal kırıklığına dönüşecekti. Öğretmenlerinden çoğu St Petersburg Konservatuvarı’nda Richard Strauss, Debussy, Stravinsky, Mahler, Berg, Schönberg’in müziğiyle tanışmıştı. Fakat Stalin döneminin baskısıyla, bunları öğrencilerine aktarmaktan çekiniyorlardı.
Stalin’in ölümünden sonra çağdaş müzikle tanışması bu nedenle sarsıcı bir etki yarattı Kancheli’nin üstünde. 1959’da Moskova’ya gelen New York Filarmoni’nin yorumuyla Stravinski, Ravel, Şostakoviç ve Ives’la tanışması ikinci büyük depremdi. Bach’ın “Büyük Ayin Müziği”ni ilk kez keşfettiğinde 25 yaşındaydı. Ardından Fransız Altılıları, Bartok, Hindemith geldi.
Kancheli’nin 1961’de Orkestra Konçertosu’yla başlayan büyük senfonik eserler yazma süreci 1999’a kadar sürdü. Daha sonra oda müziği eserlerine yöneldi. Gürcistan’da Tiflis Rustaveli Tiyatrosu’nun sanat danışmanlığıyla hayatını kazanıyordu. Yurt dışına yerleştiğinde, eserlerinin telifiyle yaşayacak hale geldi.        
Benyamin Sönmez'i mektuplarıyla tanıdı

Kancheli’yle yolu kesişen yegane Türk müzikçi Benyamin Sönmez ’di. Genç çellist ona çok sayıda mektup yazmış, dostları kanalıyla haber göndermiş, çello için eser bestelemesini istemişti. İki müzikçi ne yazık ki hiç yüz yüze gelemedi.
Sönmez, geçen sonbaharda Anne Sophie Mutter’le Avrupa’da konser vermeye başladığında Kancheli onun Gidon Kremer’le birlikte seslendireceği ikili konçerto formunda bir eser yazıyordu. Eseri İstanbul Müzik Festivali sipariş vermişti. 2012 teması “Umut ve Kahramanlar” bu esere de yansıyacaktı. Fakat Sönmez, kariyerinin en kritik dönemecinde askerlik sorununu çözememenin getirdiği stresle 1 Aralık’ta kalp krizi geçirip öldü... Kancheli de Sönmez’e ithaf edeceği bir senfonik eser yazmaya başladı.
Kancheli son eserini yaklaşık 2 yıl önce yazmıştı. Oda orkestrası eşlikli keman ve viyola için yazdığı esere “Chiero-Scro” yani ışık ve gölge adını koymuştu. İstanbul’a ise 1,5 yılda tamamladığı daha geniş kapsamlı yeni senfonik eseriyle geliyor. 25 dakikalık esere “Lingering” adını vermiş Kancheli. “Babamın verdiği bilgiler, seçtiği anahtar sözcükler doğrultusunda eseri İngilizce isimlendirdik” diyor oğlu Sandro. Duraksama süresi, uzamak, geçmeyen, kalıcı, yavaş, ayrılmayan gibi pek çok karşılığı var bu sözcüğün Türkçede. Giya Kancheli’nin eserle ilgili bilgi talebimize gönderdiği üç cümlelik nota bakılırsa, en doğru çeviri “Ayak Direyen Umut” olabilir...
“Yarım yüzyıl öncesinde lingering deyimi aklımdan bile geçmezdi. Fakat benim yaşıma gelenlerin düşünceleri, hayatları ve daha iyi bir yaşam geleceği çevresinde dönüp duruyor. İnsanlığın yüz yüze kaldığı tüm küresel sorunlara karşın, içimde mutlu bir geleceğe dair ayak direyen umudun meşalesi yanıyor...”
(Serhan Yedig / 10 Haziran 2012 / Hürriyet)

ETNİSİTE DEĞİL BİREYSEL KİMLİK ÖNEMLİ
Sanatta kişiselliğin ulusal karakteristikler den daha önemli olduğuna inandım hep. Gençlik yıllarımdaki eserlerimde Gürcü temaları üzerinde durmadım. Eleştirmenler bunu eksiklik olarak değerlendirirdi. Bu tür yaklaşımlar sanırım en çok Gürcistan’da görülüyor. Bence uluslar yaşlandıkça, sınırları küçüldükçe, kültürü tek boyutlu hale dönüştükçe, şovenlerin “saflık” konusundaki yırtıcılığı, saldırganlığı artıyor. Ben bu tür kişileri, hayatında bir kez bile dürbünle çevreye bakmamakta direnen sınır muhafızlarına benzetiyorum. Bugün bazı Batılı eleştirmenler eserlerimde Gürcü izleri bulduklarını söylüyor. Sanırım dürbünleri çok gelişmiş olmalı...

ENSTRÜMANA DEĞİL, MÜZİKÇİYE YAZARIM
Tahta üflemelilerin dramatik anlatımına duyduğum sevgi iyi bilinir. Buna karşın tüm tahta üflemelilere aynı duyguyla yaklaştığım söylenemez. Örneğin yüksek sesli bir klarnet solosunu benim eserlerimde hiç duyamazsınız. Bestelerimde ki enstrüman seçimini, sevdiğim enstrümanlar yerine yeteneğine, müzikal kişiliğine saygı duyduğum yorumcular belirler. Örneğin Liturgy ve Styx’i Yuri Bashmett için, Lament’i Gidon Kremer, Simi’yi Mistislav Rostropoviç için bestelemiştim.

CHOPIN VE SCHUBERT’İN
DERİNLİĞİNİ YENİ KEŞFETTİM
Müzikte herhangi bir akımın izleyicisi ya da yıkıcısı olmayı hedeflemedim. Kuşkusuz her besteci yolun başında eski ya da çağdaş müzikal geleneklerle yüz yüze gelir. Ben Bach öncesi ve çağdaş müziği sevdim. Buna karşın her ikisine de mesafeli durdum. Uzun yıllar, neo romantik eserlerle arama mesafe koydum. Fakat yaşlandıkça insanın görüşleri değişiyor. Son yıllarda Romantik Çağın ilk temsilcilerine saygı duymaya başladım. Örneğin Chopin’in müziğindeki güzelliği, derinliği daha önce hiç fark etmemiştim. Schubert için de aynı şeyi söyleyebilirim. Günümüz teknoloji dünyası. Her şey çok hızlı gelişiyor. Ben ise ruhen faytonların, ilk otomobillerin dünyasına bağlıyım. Çoğunlukla geçen yüzyılın nostaljisini yaşıyorum. Çalışma araçlarım hiç değişmedi: Cetvel, kurşun kalem, silgi, cetvel. Önceliklerim de değişmedi. Mahler, Webern, Stravinsky, Şostakoviç, Viyana klasikleri ve Bach benim için Hala çok önemli.

HEP AYNI ESERİ YAZIYORUM
Besteye başlarken gayet saydam, kabataslak fikirler vardır zihnimde. Yazma sürecinde eser değişip yeni bir şekil kazanabilir. Hatta bazen çok farklı şekilde sonuçlanabilir. Dini olmayan eserlerimin bile dini özellikler taşıdıklarını söylüyorlar.
Haksız sayılmazlar. Çünkü hep aynı eserin üzerinde çalışıyorum. Çok belirgin olmasa da din dışı eserlerimde de dini motifler görülebilir. Tıpkı dini eserlerimde olduğu gibi... Okulda hızlı eserleri çalmayı sevmezdim. Teknik açıdan zor eserlerden hoşlanmazdım. Hep düşük tempolu müziği tercih ettim.  
     
HANGİSİ DAHA ÜZÜCÜ
Bana en çok yöneltilen sorulardan biri “mutlu musunuz?” Buna çoğunlukla olumlu cevap veriyorum. Hemen ardından şu geliyor: “Peki, neden çok hüzünlü, trajik eserler yazıyorsunuz?” Artık bu soruları hep aynı espriyle yanıtlıyorum: “Sizce mutsuz olsam, hep mutlu, neşeli ve tasasız eserler bestelesem daha iyi mi olurdu?”

SANAT HAYATI DEĞİŞTİREMEZ
Dostoyevski sanatın güzellikleri, dünyayı koruyacağını söylemiş. Ben bu fikre katılmıyorum. Ne yazık ki sanat kendi yolunu çizer, kendi yolunda gelişir, hayat buna paralel ilerler. Şimdi görüyoruz ki insanoğlu en vahim tarihi olaylardan, en trajik tarihi vakalardan hiç ders almıyor. Büyük trajediler kısa aralıklarla tekrarlanıyor. En güzel, en başarılı sanat bile dünyayı değiştiremez. Ne şiir ne müzik hayatın akışını değiştirebilir. Sanat geniş kitlelerin hayata bakışını değiştiremez.

SESİZLİK DE MÜZİKTİR
Müzikten sonra gelen sessizlik de müziktir bence. Bu sessizlik sonrasında gelen müziği doğurur.

Related Posts with Thumbnails