Giya Kancheli, son 10 yılda Avrupa ve Amerika’da adından en
çok bahsedilen çağdaş bestecilerden biri. Yedi senfonisi, requem ve
operalarıyla tanınan Gürcü sanatçının Türkiye’yle ilişkisi 1991’de talihsiz bir
olayla başladı, bu şekilde devam etti. İlk gelişinde Düzce’de korkunç bir
trafik kazası geçirip bir hafta Taksim İlkyardım Hastanesi’nde yatmış,
İstanbul’dan ambulans uçakla ayrılmıştı. 2012 İstanbul Müzik Festivali’nin
açılışında genç çellist Benyamin Sönmez’in kemancı Gidon Kremer’le
seslendireceği bir eser yazıyordu. Fakat Sönmez 28 yaşında, kalp krizinden
hayata veda etti. Kancheli, Sönmez’e ithaf ettiği “Lingering”in dünya
prömiyerine katılmak ve Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü almak üzere 2012
Haziranı’nda İstanbul’a geldi.
1991 yılı Gürcistan
için dönüm noktasıydı. Referandumda halk Sovyet yönetimine karşı bağımsızlığı
seçmiş, ayrılıkçı lider Zveid Gamsahurda cumhurbaşkanlığına atanmış, eski
rejimin temsilcileri başkaldırmıştı. Ülke hızla kaosa sürükleniyordu...
Kancheli 56 yaşında, şöhreti Amerika’ya kadar ulaşmış bir
besteciydi. Rustaveli Tiyatrosu’nun sanat yönetmenliğini yürütüyor,
konservatuvarda kompozisyon dersleri veriyordu. Dördüncü senfonisinin dünya
prömiyeri 1978’de Philadelphia Orkestrası’nca yapılmıştı. Dünyanın önde gelen
kurumlarından beste siparişi alıyordu. Sovyetler’de de takdir görmüştü. 1974’te
“Michelangelo’nun Anısına” başlıklı dördüncü senfonisi, 1989’da faşizmin
kurbanları anısına yazdığı “Rüzgarın Yası” başlıklı senfonik eseri ödüllendirilmişti.
Ve bu kritik süreçte, dünyaya gittikçe kapanan Gürcistan’da sıkışıp kalmıştı.
Berlin'e gidiyordu
O günlerde Alman Akademik Değişim Programı’ndan (DAAD) bir
yıllık davet aldı. Bu, Gürcistan’dan çıkıp özgür çalışma ortamına kavuşmasını,
gerçek anlamda dünyaya açılmasını sağlayacak bir fırsattı. Önemli eşyalarını
otomobiline yükleyip, 26 Mayıs’ta Tiflis’ten Berlin’e gitmek üzere oğlu
Sandro’yla yola çıktı. Türkiye sınırını sorunsuz geçtiler. Ertesi gün Düzce’ye
vardılar...
Telefonda o günü anlatan Sandro Kanchelli, tüm detayları net
bir şekilde hatırlıyor...
“Rustaveli Tiyatrosu, 29 Mayıs-2 Haziran arasında İstanbul
Tiyatro Festivali’nde sahneye çıkacaktı. Yolculuğu bilinçli olarak bu tarihe
denk getirmiştik. Almanya’da uzun süre kalacağımız için babam otomobille
gitmemizi uygun görmüştü. İstanbul’a uğrayıp ekibe eşlik edecek, sonra yolumuza
devam edecektik. Hava yağmurluydu. Otomobili babam kullanıyordu. Sert bir
virajın ardından karşımıza geçit çıktı. Babam direksiyon hakimiyetini kaybetti.
Savrulup takla atarak yoldan çıktık. Gözümüzü Düzce Devlet Hastanesi’nde
açtık.”
Giya Kancheli’nin durumu ağırdı. Sandro ise hafif yaralarla
kurtulmuştu. Bestecinin tedavisi için gereken uzman, ekipman yoktu hastanede.
“Festivali düzenleyen İKSV yetkilileri hemen devreye girdi.
Babam Taksim Devlet Hastanesi’ne nakledildi. Bacağı kırılmıştı, kritik birkaç
noktada sorun vardı. Bir hafta hastanede yattıktan sonra Berlin’e nakledildi.
İKSV’nin girişimi olmasaydı Düzce’de kaderimizle başbaşa kalacaktık. Bu açıdan
şükran borçluyuz. İlk İstanbul ziyaretinden babamın aklında kalan tek ayrıntı
ambulanstan gördüğü gökyüzü ve hastane penceresi izlenimleri...”
ECM’le şansı açıldı
Berlin, Kancheli için gerçekten dönüm noktası oldu.
Ailesiyle Almanya’ya yerleşti. Cazdan klasiğe çağdaş müzik alanında uzmanlaşan
prestijli Alman plak firması ECM’le anlaşma yaptı. Eserleri Gidon Kremer,
MistislavRostropoviç, Kim Kashkasian, Kronos Quartet gibi ünlü yorumculardan
dünyaya ulaştı. Birbiri ardına yayımlanan sekiz albümden sonra Kancheli’nin
ismi Arvo Part, Krzysztof Penderecki, John Tavener, Henryk Gorecki, Alfred
Schnittke gibi bestecilerle anılmaya başladı.
Kancheli’ye göre bestecilik her şeyden önce “tanrı vergisi”
bir yetenek. Eserlerindeki alametifarikası dini temalar, hüzün, ağır tempolar,
kimi zaman aniden kesilen uzun cümleler, müziği tamamlayan sessizlikler. Buna
karşın “müzik öncelikle dinleyiciyi şaşırtmalı, hayrete düşürmelidir” diyor.
Senfoni yazmayı yıllar önce bıraksa da senfonik eser bestelemeyi sürdürüyor.
1995’ten bu yana Belçika’nın Antwerp kentinde yaşıyor. Sadece Rusça ve Gürcüce
bildiği için oğlu ve kızının tercümanlığıyla dünyayla bağlantı kuruyor. Bu
nedenle basına nadiren röportaj veriyor, bunlarda da çoğu zaman karamizah ön
plana çıkıyor. 15 yıldır Flaman Kraliyet Filarmoni Orkestrası’nın kadrolu
bestecisi. Hayatını bir mucizeler zinciri olarak değerlendirse de, bugün
geldiği noktanın sevincini yaşamak yerine insan olmanın acısıyla yetiniyor...
“Beste yaparken eğlenenlere çok imreniyorum, benim için müzik yazmak en büyük
trajedi” diyor...
10 Ağustos’ta 77’inci yaşını karşılamaya hazırlanan Kancheli
bir doktorun oğlu. Babası İkinci Dünya Savaşı’nın ilk günlerinde cepheye
gittiğinde o altı yaşındaymış. Döndüğünde ise 12. Bu sürede annesi,
çocuklarıyla büyük bir yoksulluk yaşamış. Bestecinin yegane çocukluk anısı
yuvada kız ve erkeklerin ortak kullandığı tuvaletler, binanın eski tahta
merdivenleri. Birkaç yıl önce yazdığı “Değerler Sistemi” adlı uzun makalesinde,
17 yaşına kadar yurtsever, ateist olarak yetiştirildiğini, Stalin’in ölümüyle
birlikte yaşanan değişim sürecinde kişisel değerler sistemi açısından
“tektatonik kayma” ve “iç patlamalar” yaşadığını anlatıyor.
Caz sever jeolog
Müzikle tanışmasını komşunun sanatsever hanımına borçlu.
“Bütün gün mahallede futbol oynayan çocukları bir gün etrafına topladı.
Ailemize, bizi operaya götüreceğini söyledi. Bunun karşılığında tek koşulu
ailemizin bizlere Puşkin’in romanını okutmaları, konusunu ona anlatmamızı
sağlamalarıydı. Eugene Onegin operasını izledik hep birlikte. Dönüş yolunda bu
hanım troleybüsün altında kaldı. Hep birlikte hastaneye koştuk. Bu travmayla
uzun yıllar operaya gitmedim.”
Evdeki radyoda çalan Beethoven, Bach, Mozart’a çocukluğunda
itibar etmedi. Bunun yerine Amerikan savaş haberleri filmlerindeki müziğe aşık
oldu. Önce Glenn Miller Orkestrası’na, ardından Duke Ellington, Ella
Fitzgerald, Stan Kenton, Erroll Gardner ve Oscar Peterson’a... Okulda Bach,
Rahmaninov çalmaya çalışırken bile aklında cazcılar vardı.
Konservatuvar sınavlarında başarılı olamayınca kendisini
Tiflis Üniversitesi Jeoloji Fakültesi’nde buldu. Fakat konservatuvara girip,
klasik müzik eğitiminden sonra cazcı olmaya kararlıydı. Özel armoni, müzik
kuramı dersleri aldı. Sınavları kazandı. Büyük çabayla girdiği Tiflis
Konservatuvarı onun için kısa sürede hayal kırıklığına dönüşecekti.
Öğretmenlerinden çoğu St Petersburg Konservatuvarı’nda Richard Strauss,
Debussy, Stravinsky, Mahler, Berg, Schönberg’in müziğiyle tanışmıştı. Fakat
Stalin döneminin baskısıyla, bunları öğrencilerine aktarmaktan çekiniyorlardı.
Stalin’in ölümünden sonra çağdaş müzikle tanışması bu
nedenle sarsıcı bir etki yarattı Kancheli’nin üstünde. 1959’da Moskova’ya gelen
New York Filarmoni’nin yorumuyla Stravinski, Ravel, Şostakoviç ve Ives’la
tanışması ikinci büyük depremdi. Bach’ın “Büyük Ayin Müziği”ni ilk kez
keşfettiğinde 25 yaşındaydı. Ardından Fransız Altılıları, Bartok, Hindemith
geldi.
Kancheli’nin 1961’de Orkestra Konçertosu’yla başlayan büyük
senfonik eserler yazma süreci 1999’a kadar sürdü. Daha sonra oda müziği eserlerine
yöneldi. Gürcistan’da Tiflis Rustaveli Tiyatrosu’nun sanat danışmanlığıyla
hayatını kazanıyordu. Yurt dışına yerleştiğinde, eserlerinin telifiyle
yaşayacak hale geldi.
Benyamin Sönmez'i mektuplarıyla tanıdı
Kancheli’yle yolu kesişen yegane Türk müzikçi Benyamin
Sönmez ’di. Genç çellist ona çok sayıda mektup yazmış, dostları kanalıyla haber
göndermiş, çello için eser bestelemesini istemişti. İki müzikçi ne yazık ki hiç
yüz yüze gelemedi.
Sönmez, geçen sonbaharda Anne Sophie Mutter’le Avrupa’da
konser vermeye başladığında Kancheli onun Gidon Kremer’le birlikte
seslendireceği ikili konçerto formunda bir eser yazıyordu. Eseri İstanbul Müzik
Festivali sipariş vermişti. 2012 teması “Umut ve Kahramanlar” bu esere de
yansıyacaktı. Fakat Sönmez, kariyerinin en kritik dönemecinde askerlik sorununu
çözememenin getirdiği stresle 1 Aralık’ta kalp krizi geçirip öldü... Kancheli
de Sönmez’e ithaf edeceği bir senfonik eser yazmaya başladı.
Kancheli son eserini yaklaşık 2 yıl önce yazmıştı. Oda
orkestrası eşlikli keman ve viyola için yazdığı esere “Chiero-Scro” yani ışık
ve gölge adını koymuştu. İstanbul’a ise 1,5 yılda tamamladığı daha geniş
kapsamlı yeni senfonik eseriyle geliyor. 25 dakikalık esere “Lingering” adını
vermiş Kancheli. “Babamın verdiği bilgiler, seçtiği anahtar sözcükler
doğrultusunda eseri İngilizce isimlendirdik” diyor oğlu Sandro. Duraksama
süresi, uzamak, geçmeyen, kalıcı, yavaş, ayrılmayan gibi pek çok karşılığı var
bu sözcüğün Türkçede. Giya Kancheli’nin eserle ilgili bilgi talebimize gönderdiği
üç cümlelik nota bakılırsa, en doğru çeviri “Ayak Direyen Umut” olabilir...
“Yarım yüzyıl öncesinde lingering deyimi aklımdan bile
geçmezdi. Fakat benim yaşıma gelenlerin düşünceleri, hayatları ve daha iyi bir
yaşam geleceği çevresinde dönüp duruyor. İnsanlığın yüz yüze kaldığı tüm
küresel sorunlara karşın, içimde mutlu bir geleceğe dair ayak direyen umudun
meşalesi yanıyor...”
(Serhan Yedig / 10 Haziran 2012 / Hürriyet)
ETNİSİTE DEĞİL BİREYSEL KİMLİK ÖNEMLİ
Sanatta kişiselliğin ulusal karakteristikler den daha önemli
olduğuna inandım hep. Gençlik yıllarımdaki eserlerimde Gürcü temaları üzerinde
durmadım. Eleştirmenler bunu eksiklik olarak değerlendirirdi. Bu tür
yaklaşımlar sanırım en çok Gürcistan’da görülüyor. Bence uluslar yaşlandıkça,
sınırları küçüldükçe, kültürü tek boyutlu hale dönüştükçe, şovenlerin “saflık”
konusundaki yırtıcılığı, saldırganlığı artıyor. Ben bu tür kişileri, hayatında
bir kez bile dürbünle çevreye bakmamakta direnen sınır muhafızlarına
benzetiyorum. Bugün bazı Batılı eleştirmenler eserlerimde Gürcü izleri
bulduklarını söylüyor. Sanırım dürbünleri çok gelişmiş olmalı...
ENSTRÜMANA DEĞİL, MÜZİKÇİYE YAZARIM
Tahta üflemelilerin dramatik anlatımına duyduğum sevgi iyi
bilinir. Buna karşın tüm tahta üflemelilere aynı duyguyla yaklaştığım
söylenemez. Örneğin yüksek sesli bir klarnet solosunu benim eserlerimde hiç
duyamazsınız. Bestelerimde ki enstrüman seçimini, sevdiğim enstrümanlar yerine
yeteneğine, müzikal kişiliğine saygı duyduğum yorumcular belirler. Örneğin
Liturgy ve Styx’i Yuri Bashmett için, Lament’i Gidon Kremer, Simi’yi Mistislav
Rostropoviç için bestelemiştim.
CHOPIN VE SCHUBERT’İN
DERİNLİĞİNİ YENİ KEŞFETTİM
Müzikte herhangi bir akımın izleyicisi ya da yıkıcısı olmayı
hedeflemedim. Kuşkusuz her besteci yolun başında eski ya da çağdaş müzikal
geleneklerle yüz yüze gelir. Ben Bach öncesi ve çağdaş müziği sevdim. Buna
karşın her ikisine de mesafeli durdum. Uzun yıllar, neo romantik eserlerle
arama mesafe koydum. Fakat yaşlandıkça insanın görüşleri değişiyor. Son
yıllarda Romantik Çağın ilk temsilcilerine saygı duymaya başladım. Örneğin
Chopin’in müziğindeki güzelliği, derinliği daha önce hiç fark etmemiştim.
Schubert için de aynı şeyi söyleyebilirim. Günümüz teknoloji dünyası. Her şey çok
hızlı gelişiyor. Ben ise ruhen faytonların, ilk otomobillerin dünyasına
bağlıyım. Çoğunlukla geçen yüzyılın nostaljisini yaşıyorum. Çalışma araçlarım
hiç değişmedi: Cetvel, kurşun kalem, silgi, cetvel. Önceliklerim de değişmedi.
Mahler, Webern, Stravinsky, Şostakoviç, Viyana klasikleri ve Bach benim için
Hala çok önemli.
HEP AYNI ESERİ YAZIYORUM
Besteye başlarken gayet saydam, kabataslak fikirler vardır
zihnimde. Yazma sürecinde eser değişip yeni bir şekil kazanabilir. Hatta bazen
çok farklı şekilde sonuçlanabilir. Dini olmayan eserlerimin bile dini
özellikler taşıdıklarını söylüyorlar.
Haksız sayılmazlar. Çünkü hep aynı eserin üzerinde
çalışıyorum. Çok belirgin olmasa da din dışı eserlerimde de dini motifler
görülebilir. Tıpkı dini eserlerimde olduğu gibi... Okulda hızlı eserleri
çalmayı sevmezdim. Teknik açıdan zor eserlerden hoşlanmazdım. Hep düşük tempolu
müziği tercih ettim.
HANGİSİ DAHA ÜZÜCÜ
Bana en çok yöneltilen sorulardan biri “mutlu musunuz?” Buna
çoğunlukla olumlu cevap veriyorum. Hemen ardından şu geliyor: “Peki, neden çok
hüzünlü, trajik eserler yazıyorsunuz?” Artık bu soruları hep aynı espriyle
yanıtlıyorum: “Sizce mutsuz olsam, hep mutlu, neşeli ve tasasız eserler
bestelesem daha iyi mi olurdu?”
SANAT HAYATI DEĞİŞTİREMEZ
Dostoyevski sanatın güzellikleri, dünyayı koruyacağını
söylemiş. Ben bu fikre katılmıyorum. Ne yazık ki sanat kendi yolunu çizer,
kendi yolunda gelişir, hayat buna paralel ilerler. Şimdi görüyoruz ki insanoğlu
en vahim tarihi olaylardan, en trajik tarihi vakalardan hiç ders almıyor. Büyük
trajediler kısa aralıklarla tekrarlanıyor. En güzel, en başarılı sanat bile
dünyayı değiştiremez. Ne şiir ne müzik hayatın akışını değiştirebilir. Sanat
geniş kitlelerin hayata bakışını değiştiremez.
SESİZLİK DE MÜZİKTİR
Müzikten sonra gelen sessizlik de müziktir bence. Bu
sessizlik sonrasında gelen müziği doğurur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder