ARİF SAĞ / Anadolu müziğinde oryantalizm yoktur ! Serhan Yedig in yaptığı söyleşide bir çok önemli noktalara değinen Arif hocamızın felsefesini de anlamamıza yardımcı olacaktır....
"Buzuki Yunan’ın elinde harika bir çalgıdır. Ama
bağlamayı buzuki ya da klasik gitar gibi çalarsanız enstrümanınıza ihanet
edersiniz" diyor Arif Sağ. Yeterince olgunlaşmadan, çalgısını, müziği
tanımadan ortaya çıkan gençlere fena halde kızıyor. Bu arada kendisi de sazın
sapını kısaltıp, flamenkocularla konser verdiği, bağlamayı konçerto solisti
yaptığı için eleştiri odağı. 2002’de İstanbul’da flamenkocu Gerardo Nunez’le
vereceği konser öncesi Sağ’la buluştuk, müzikteki hassas konuları konuştuk.
Çoğunluk sizi sadece bağlamayla tanıyor. Oysa yıllarca
stüdyo müzikçisiydiniz ve birçok enstrüman çalıyorsunuz. Hatta enstrümanın
bulunmadığı ortamda bardaklara su koyup müzik yaptığınızı duymuştum. Çaldığınız
enstrümanların listesiyle başlayalım mı röportaja?
- İyi derecede ritm aletleri çalarım. 1975’te TRT Radyosu’na
kemençeci kadrosuyla girmiştim. Profesyonel düzeyde olmasa da nefesli çalgılar
kullanırım. Eskiden zurna çalmaktan utanırdı insanlar, birçok sanatçının
kasetinde zurna çaldım. İlginçtir, konservatuvarda zurna bölümü açtık. Öğrenci
gelmedi. TV programlarında zurna çalmaya başladım. Bu çalgıyı kullanmanın ayıp
olmadığını göstermek için... 1970’lerde çoban kavalı Türkiye’de bilinmezken ben
çalıyordum. Bir dönem tar çaldım. Tüm enstrümanlara tutkum var. Müzik adamı
olmak bunu gerektirir. Bir enstrümana takılıp kalırsanız çalgıcı olursunuz
ancak. Dünya çalgılarını tanımak insanın ufkunu geliştirir.
İddiasını albümle kanıtlayacak
Şimdilerde zamanınızın çoğu dersanenizde ve stüdyonuzda
geçiyor. Yayımlanmasa da, vokali bir kenara bıraktığınız, tüm çalgıları
kullandığınız deneysel çalışmalar yapıyor musunuz?
- Bazı aletleri çok profesyonel çaldığım için denemeye gerek
yok. (Gülüyor) 1980’lerin sonunda Erşan Başbuğ’un hazırladığı bir TV
programında ekran sekize bölünmüştü ve her karede bir enstrüman çalıyordum.
Kaval, davul, zurna, bağlama gibi... Şimdi sizin kastettiğiniz türde deneysel
bir çalışma hazırlıyorum. Çıkış noktam şu tez: Bence Anadolu müziğinde
oryantalizm yoktur. Ne zeybekte, halayda, horonda ne de Trakya havalarında.
Oryantalizm arabeskle girdi. Tezimi kanıtlamak için sadece ritmlerden oluşan
bir albüm hazırlıyorum.
Diğer bağlama virtüözlerinden en önemli farkınız çalgınızın
yapısı üzerinde düşünmeniz, değişiklikler yapmanız. Bildiğim kadarıyla sapını
kısalttınız, beş telli bağlama denediniz, penayla çalıyorsunuz. Bu
değişiklikler hangi ihtiyaçlardan kaynaklandı, ne sonuçlar elde ettiniz?
- Bir çalgının, dünya enstrümanı olabilmesi için bazı
koşulları yerine getirmesi gerekiyor. Standartlaşması ve enstrüman ailesine
sahip olması lazım. Batı’da tek kemandan tüm sesleri çıkarmayı denemek yerine,
viyola, çello, kontrbas yapmışlar. Aynı şey klarnet ve saksofon için söz konusu.
Çalgılar tonalitelerine dikkat edilerek, doğru tınladıkları yere göre standartlaştırılmışlar.
Bizim elimize bir bağlama verilmiş, her şeyi bununla çalmamız bekleniyor. Oysa
bağlamanın iyi tınladığı bir nokta vardır. Eğer “la” akorduyla bir parça
çalmanız gerekiyorsa, bağlamanızın iyi tınlayan noktası “la” karara denk
düşüyorsa iyi sonuç alırsınız. Ama bağlamada birden fazla noktada “la”yı bulmak
mümkün. İyi tınlamadığı noktadakini kullanırsanız, iyi sonuç alamazsınız. Bu
nedenle bağlamayı tonaliteye göre çoğaltmak gerekir. Si, la, sol b ağlama gibi.
Bu ihtiyacın yanı sıra gitara baktığımda standart beş telin bile yetmediğini 12
telli gitar yapıldığını gördüm. Naylon tellisi, flamenko gitarı, perdesizi
yapılmış. Neden bağlamanın da böyle bir ailesi olmasın? Üç, altı, yedi tellisi
gerekir; tezeneyle (pena), şelpeyle çalınanı gerekir. Kısa saplı bağlamayı icat
etmedim, Anadolu’da örnekleri var. Kısa saplı bağlama yapıp, şelpe tekniğiyle
çaldığımda TRT buna karşı çıktı. Yıllardır karşı. Fakat binlerce genç artık bu
teknikle çalıyor. Konservatuvar öğrencileri bilir, uygular. Hocaları bilmez.
Konservatuvarda dersi yoktur!
Bağlamanın sapını ben kesmedim
Yani çıkış noktanız cura, bağlama, divan sazından oluşan
ailenin genişlemesi gerektiğiydi. Peki geliştirdiğiniz çalgılara patent alıyor
musunuz, 50 yıl sonra “Arif Sağ Bağlaması” diye bir çalgı olacak mı?
- Divan sazı denilen şey, bağlamanın alt telinin “la”ya
akord edilmiş olanı. Bu artık tarihe karıştı. Türkiye’de bulmanız mümkün değil.
Bugün alt tel “re” ya da “do”dur. Cura, bağlama, divan sazı enstrüman ailesi
olamaz, çünkü hepsi aynı tonda. Sadece oktav farkları var. Tek bağlamayla tüm
tonlarda çalınmaz. Teli iki ses düşürmek ya da çekmek gerekir. “La”ya çekilmiş
teli “sol”e düşürmek bağlamanın tınısını öldürür. Keyfi akortla standart
kurulmaz. Enstrüman ailesi oluştururken dikkat etmemiz gereken şey Anadolu’nun
ortak tınısını temel almaktır. Bizde “do”, “do diyez”, “si”dir bu tını. Bu
tınılara göre birer çalgı yapmak da yetmez, çalgıların standartlaşması gerekir.
Dünyanın herhangi bir yerinde eline bağlamayı alan standart enstrümanı
çalabilmelidir. Patent meselesine gelince, halkın malı bu çalgı... Kimin
malının patentini alıyorsunuz ki?
Yakın dostunuz, eğitimci Erol Aktı 19 farklı düzende
çalınabilen bağlamanın ustasının elinde ses genişliğini 4.5 oktava kadar
yükseltebileceğini söylüyor. Sapı kısaltılmış bağlama aynı olanağa sahip mi;
Anadolu’nun tüm yörelerindeki ezgileri, örneğin bir Ege ezgisini bu enstrümanla
çalmak mümkün mü?
- Ben Arif Sağ’ım; bu ülkede iyi bağlama çalanlardan
biriyim; beni taklit eden binlerce kişi var; bugüne kadar bu enstrümanı
kullandım ve hiçbir zorluk çekmedim... Başkası çalamıyorsa, bunu bilmem. Ben
zoru, daha iyisini deniyorum. Devlet memuru zihniyetiyle yaklaşmıyorum çalgıma.
Her konserden sonra tellerini değiştiriyorum örneğin... Aletiniz doğru
tınlamıyorsa, yanlış frekansla çalıyorsanız zaten yaptığınız iş baştan yanlıştır.
Bazı cahiller çıkıp “Arif Sağ bağlamanın sapını kesti” dedi. Bunu ben icat
etmedim. Anadolu’da bağlamanın orijinali böyledir, 12 perdelidir. Çalgı şehre
geldiğinde, şehirlileştirmek ve tambura benzetmek için sapını uzatmışlar.
“Bağlama düzeni”ne alternatif “bozuk düzen”i geliştirmişler. Kısa saplı
bağlamayla neden Ege türküsü çalınmasın? Ege’de, Toroslar’da bağlama düzeniyle
çalınır. Talip Özkan, Fethiyeli Topal Ramazan vardır... Ayrıca, kemanın da sapı
kısadır, öyle değil mi?
Anadolu keşfetti, gitarcılar taklit etti
Edirne’den Erzurum’a tüm yörelerin ezgileri ilginizi çekiyor
mu, repertuarınızda yer veriyor musunuz?
- Ben yöre sanatçısı değilim ki. 20 yıl TRT’de çalıştım, tüm
yörelerin türkülerini çaldım. Türk Folklor Kurumu’nun yöneticilerindenim. Halk
oyunlarını iyi bilirim. Enstrümanıma bir kültür ögesi olarak yaklaşırım. Bana
kimse “Falan yörenin parçası şu düzenle, filan yörenin parçası şu düzenle
çalınır” demesin. Bu anti müzikal bir söylem. Enstrümanını iyi çalan, tüm
yöreleri rahatlıkla çalar.
Enstrümanın yapısındaki değişikliklerin yanı sıra bir de
çalma tekniğinde farklı yöntemler kullanıyorsunuz. Gitarcı Egberto Gismonti’de
gördüğümüz teknikle perdelerin (sapın) üstündeki elinizi, diğeri gibi
kullanıyorsunuz. Yani bağlamayı piyano gibi çalabiliyorsunuz. Şelpe tekniği
dediğiniz şey bu mu?
- Evet bu teknik. Anadolu’dan çıkmıştır. Gitarcılar da
Anadolu’dan almıştır. Geçmişi Ortaasya’ya Türkmenistan’a, Özbekistan’a kadar
uzanır. Anadolu’da bağlama tel ve perdeler üzerinde vurarak çalınıyordu. Fakat
mi perdesinin altına inilmiyordu. Benim, öğrencim Erdal Erzincan’ın, Erol
Parlak’ın ve birçok genç bağlamacının yaptığı “mi” sesinin de altına inip
çalgının tüm noktalarını kullanmaktı. Geleneği zedelememeye özen gösterdik.
Halk müziği sevenler dinlerken rahatsız olmadı. Rahatsızlık hissetseydim zaten
vazgeçerdim. Sadece kendini Türk Halk Müziği otoritesi kabul eden, kendini
yenileyemeyen bazı kişiler rahatsızlık hissetti!
1996’da Cumhuriyet’te yayımlanan bir röportajda “buzuki
tekniğiyle çalınması bağlamanın geleceği için ciddi bir tehlikedir” demişsiniz.
Nedir bu teknik ve tehlikesi?
- Buzuki Yunanlılar’ın elinde harika bir çalgıdır. Ama
bağlamayı buzuki ya da klasik gitar gibi çalarsanız enstrümanınıza ihanet
edersiniz. Buzukici ve gitarcı enstrümanını en iyi şekilde çalmak için çaba
sarfediyor. Bizimkiler bağlamayı daha iyi çalmaya çalışmak yerine onları taklit
ediyor. Piccolo flüt yerine piccolo flütü taklit eden bir neyzen ya da tumbacı
yerine tumbacıyı taklit eden bir koltuk davulcuyu dinlemek ister miydiniz? Bana
mantı ikram ediyorsanız üstüne sarmısaklı yoğurt ve eritilmiş tereyağ dökmenizi
tercih ederim. Ballı yoğurt dökerseniz midem kaldırmaz...
Gençlere neden kızgın?
Enstrümanın yapısı ya da yorum tekniğinde yapmayı hayal
ettiğiniz başka değişiklikler var mı?
- Bir enstrümanı iyi çalmak marifet değil. Ekol yaratmak,
öğrenciler yetiştirmek, birikimi tarihe maletmek önemli. Çalgını dünya çapına
taşımak zorundasın. Bugün binlerce genç şelpe tekniğiyle çalıyor. Çok iyi çalan
öğrencilerim var. Yarın gençler beni teknik olarak aşacak, beni hayrete
düşürecekler. Arkalarından süpürge toplayacağım. Sanat ancak böyle gelişir.
Sanatçı şunu bilmeli: Bir gün yetiştirdiklerim beni aşacak ve ben onları
hayretle seyredeceğim. “Benimle başladı, benimle biter” düşüncesinden,
egoizmden kurtulmak gerekir. Özetle söylemek gerekirse, gençlerin bu birikimi
daha ileri taşımasını bekliyorum.
Yenilikçi olduğunu iddia eden bazı gençleri çok sert
eleştirdiğinize defalarca tanık olduk. Sizce gençler ne yapmalı; ya da neyi
eksik yapıyorlar?
- Biliyor musunuz, Hindistan’da bir gencin tablacı
olabilmesi için 50 yaşına yaklaşması, en az 30 yıl çalabilmesi gerekiyor. 30
yıldan sonra “bu genç tabla çalabilir artık” diyorlar. Sanatta tecrübeye saygı
esastır. İki yıldır kaval üzerinde bazı değişiklikler yapmaya çalışıyorum.
Defalarca kaval, ney çalan arkadaşlarıma gittim, fikirlerini sordum. “Ben
yaptım oldu” diyebilirdim. Muharrem Ertaş’ı ne zaman duysam beni ter basar.
Muhteşemliği karşısında korkarım. Beceriksiz gençler Ertaş’ın türküsünü alıp
mahvediyor. Sonra da “ben bu türküyü yorumladım” diyor. “Yorum” varolanın
üzerine bir şeyler ilave etme kabiliyetidir; varolanı değiştirmek ve bozmak
değil. İşte sahtekarlık burada başlıyor. Türküler kimsenin malı değil, herkes söyleyecek.
Ama gençlerden rica ediyorum, bir bilene danışsınlar.
“Bağlama Konçertosu” projeniz geniş yankı uyandırmıştı.
Fikir kimden çıktı, bu tecrübe müziğe bakışınızı nasıl değiştirdi?
- 1970’lerde yaylılarla bu tür denemeler yapmıştım. Köln
Filarmoni’yle daha geniş kapsamlı bir çalışma yaptık. Fikir bana aitti. Büyük
bölümünü ben, bir bölümünü Erdal Erzincan ve Erol Parlak besteledi. Cengiz
Özdemir orkestraya uyarladı. Müziğimizi evrensel platforma senfonik formda ya
da cazla taşıyabileceğimize inanıyorum. Popüler müzik gelip geçicidir.
Flamenko yabancı değil
Son dönemde en önemsediğiniz proje Binyılın Türküsü’ydü.
Sizce bu projenin yarına yönelik mesajı nedir?
- Anadolu’daki kültürel mozaik vurgulandı. Bu arada
Anadolu’nun ana enstrümanı bağlamaya dikkat çekildi. AB’ye giriş sürecinde
cebinde parası bulunmasa da Türkiye’nin köklü bir kültüre sahip olduğu bir kez
daha hatırlatıldı.
Flamenko ne zaman ilgi alanınıza girdi?
- 1970’lerden bu yana flamenko dinlerim. Paco De Lucia’yı
çok severim örneğin. Flamenkoyu yaratanlar Asyalı çingeneler. Gitarı da
Avrupa’ya onlar götürmüş. Makamsal özellikleri var. Bu nedenle ortak sesler,
duyarlılıklar bulmak zor değil. İki yıl önce Hollandalı bir prodüktörün önerisi
üzerine flamenkocu Tomatito ile Hollanda ve Belçika’da 12 konser vermiştim.
Emprovize ağırlıklı bir projeydi. İlk buluşmada ortak ses yaratabildik, herkes
çok şaşırdı. Çünkü Tomatito aslında Muharrem Ertaş ya da Hacı Taşan ruhuna
sahip bir müzikçiydi.
Gerardo Nunez’le İstanbul’da vereceğiniz konser bir önceki
buluşmanın açtığı yoldan mı geçecek?
- Bu konseri iki ayrı kültürden virtüözün buluşması şeklinde
değerlendirmek gerekir. Nunez flamenko çalacak, ben Türk Halk Müziği. Sonra
birlikte emprovize yapacağız. Vokal konser yapmayacağız. Enstrümanlar ön plana
çıkacak.
(Serhan Yedig / İş Müzik Kasım 2002)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder